Emet Değirmenci ile söyleşi; “Çocuğum Gibi Bir Dünya”

11

Türkiye’de ekoloji mücadelesi veren birçok insan tanıdım fakat bu mücadeleyi uluslar/arası, hatta ulus/üstü ölçeğe taşıyan/taşıyabilen az sayıda yaşam savunucusu tanıyorum, bunlardan bir tanesi Emet Değirmenci. Bir şekilde yapılması gereken tam da bu değil mi aslında? “Yerel Düşün Küresel Hareket” sloganına ekoloji hareketinde çokça atıfta bulunulsa da bu mottoyu yaşamında uygulayan, uygulayabilen, sınıf bilincine sahip, az sayıda aktivist var aramızda.

Emet’in çocuğu gibi gördüğü projelerin ilki 1994’te kurulan, kurucularından olduğu ‘İstanbul Sosyal Ekoloji Grubu’. Muray Bookchin’in bir kavramı olan ‘Sosyal (Toplumsal) Ekoloji’nin -biraz geç de olsa- ekoloji hareketine dahil edilmesinin tarihi bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Bu tarihten sonra Bookchin etkisinin Türkiye’de giderek yaygınlaştığını göreceğiz. İkinci proje hakkında; “Yeni Zelanda’da sığınmacı ve yeni göçmenler için kadınların liderliğinin ön planda olmasını gerekli gördüğüm ‘Innermost Gardens’ projesidir” diyor. Üçüncü çocuk/proje ise Emet’in ‘Kadınlar Ekolojik Dönüşümde’ başlıklı kitabı. Yayımlandığı 2010 yılında Türkiye’de ekofeminizm az bilinen ve üzerine az çalışılan bir kavramdı. Oysa, “Patriarka’nın en güçlü olduğu coğrafyalardan birinde” yaşıyoruz. Türkiye’den ve dünyanın farklı bölgelerinden -sadece bu kitap için- bir araya gelen kadınlar, mücadelelerini, görüşlerini ve deneyimlerini Emet Değirmenci’nin editörlüğünde okurlarla buluşturdular.

Antroposenle -er ya da geç- yüzleşmek zorunda olduğumuz bu dünyada çocuğumuz gibi özen, içtenlik, emek ve sevgiyle besleyip büyütmek zorunda olduğumuz o kadar çok projeye gereksinimimiz var ki. Bu yüzden Emet’in kullandığı “çocuk projeler” metaforundan yola çıkarak bu söyleşinin başlığını “Çocuğum Gibi Bir Dünya” koyuyorum…

“1998’de Avustralya’ya göç ettiğimde Friends of the Earth vasıtasıyla anti-nükleer hareketin parçası oldum. Avusturalya çöllerinde çoğu Aborijinlerin yaşadığı topraklarda yapılmakta olan uranyum madenciliğine karşı verilen direnişe henüz bir bebek olan oğlumla birlikte katıldım. Kuzey bölgesindeki Jabaluka Uranyum Madeni projesinin durdurulmasında katkım olduğunu söyleyebilirim. 2005 yılında Avustralya Melbourne Üniversitesi’nde yaptığım bir yüksek lisans çalışması beni Toplumsal Cinsiyet konusuna daha da yoğunlaşmamı sağladı. 2001’de Yeni Zelanda’nın Wellinton kentine taşındım. Göçmen ve sığınmacı kadınlar liderliğinde bir öğretim alanı yaratmayı düşündüm. Çünkü 11 Eylül sonrası özellikle Ortadoğulu’lara karşı geliştirilen yoğun bir ırkçılık söz konusuydu. Projenin niteliği  biraz değişse de bugün Wellington’un kent merkezindeki zenginler mahallesinde çok kültürlülük kapsamında bugün de örnek gösterilen bir projemiz var. Zengin ve beyaz mahalle vurgusunu özellikle yaptım. Çünkü bu alanı kiralamak üç yıl uğraşmamızı gerektirdi. Belediye sürekli bize gözden ırak kent çeperlerinde bir yerler gösteriyordu. Ben ve arkadaşlarım hakim kültür içinde azınlık sayılan ve çeşitli travmalardan geçmiş bu insanların kent hakkı kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine vurgu yaptık. Projenin görünmez kılınmış olanların entegre olma ve iyileştirme projesi olduğunu dile getirdik fakat yetkilileri ikna etmede epey zorluk çektik. Birkaç yıl sonra ‘Innermost Gardens‘ adlı bu projeyle Birleşmiş Milletler barış elçisi olarak tanındım. Bununla birlikte aldığım en değerli ödülün Bergamalı köylülerin verdiği zeytin dalı baskılı takdirname olduğunu söyleyebilirim. Uluslarası düzeyde Permakültür öğretmenliği deneyimim var. Gerçi şimdilerde Permakültür patentli hale geldi. Bu yüzden onun beyaz orta sınıf bir hareket olmanın ötesine gidemeyeceği düşüncesi ile öğretmenlikten uzaklaştım, Agroekolojiye yöneldim…”

“Kapitalist büyüme ekonomisi yerine dayanışma ekonomilerinin hayata geçirildiği bir modeller ağından söz etmek isterim. Bu anlamda da yukarda belirttiğim gibi  kuşaktan kuşağa geçecek stratejileriler geliştirmeliyiz. Değişen dünyada gelecek kuşaklara ‘biz denedik olmadı’ şeklinde umutsuzluk yerine ‘Biz yapmaya çalıştık ama hatalarımız olabilir. ‘Siz belki daha iyisini yapabilirsiniz’ cesareti verilmeli…” 

“Biyo-çeşitlilik kadar kültürel çeşitlilik de önemli. Anadolu’da her beş kilometrede bir rastladığımız farklı yaşam alanları ve tarzları bizim bir zenginliğimizdi. Bu çeşitliliği bugün küresel hareketlerin evrensel değerlerinden edindiğimiz zenginlikleri de dikkate alarak geri getirmeliyiz. Bir köyün, bir mahallenin, bir kasabanın bir diğerinden öğrenecekleri olmalı…”

“Covid-19 sürecinde gördük ki ya özgürlüğe doğru evrileceğiz ya da yok oluşa doğru yol alacağız. Küresel iklim krizi bu yıllarda pandemi olarak -‘sağlık krizi’ olarak- karşımıza çıktı. Gelecek yıllarda daha kötüsünün olmayacağına dair bir garanti yok. Dolayısıyla örgütlülükte  ve dayanışmada en kötüsüne hazırlanmak gerekiyor. Buna dayanıklılık (resilliency) stratejileri deniyor. Peter Kropotkin’in 19. yüzyılda da ortaya attığı ‘karşılıklı  dayanışma’ ilkeleriyle oluşturacağımız dirençliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Bu yerel düzeyde fidan dekimi grubu olabilir ya da yaşlı ve yoksulların kapısını çalıp onlarla dayanışma şeklinde olabilir.  Özcesi; müşterekleri çoğaltmak başlıca çabamız olması gerekiyor…”

“2012 yılındaki Yunanistan’daki ekonomik kriz sırasında bir imalathane fabrikasında çalışanlar birkaç ay ücretleri ödenmeyince “üreten biziz bu fabrikayı yöneten de biz olacağız” diye onlarca aileyi besleyecek şekilde ortaklık kurdular. 2013 de projeyi başlatanları ziyaret ettiğimizde tamamen ürün değişikliğine gittiklerini söylemişlerdi. Avrupa’da kullanılan “organik” kavramı yerine ‘biyo’ diyorlardı. Çevreye neredeyse hiç olumsuz etkisi olmayan bir temizlik ürünü üretmişlerdi. Yönetimde de cinsiyet eşitliği sağlamaya özen gösterdiklerini eklemişlerdi. Yunanistan’da yalnızca fabrikalarda değil sağlık sektöründe de müşterekler oluşturuldu. “Müşterek alanlar” olarak gönüllü doktor ve hemşirelerden sağlık ocakları kuruldu. Yunanistan o tarihten itibaren biri Girit öteki de Atina’da olmak üzere her yıl ‘Müşterekler Festivali‘ (‘Commons Fest’) düzenleniyor…” 

“1994’te ‘İstanbul Sosyal Ekoloji Grubu adını verdiğimiz bir politik ekoloji grubu oluşturulmasına önayak oldum. 2002 yılından itibaren ‘Toplumsal Ekoloji’ dergisini çıkarmaya başladık. Hatta Murray Bookchin’le yaptığımız röportajı Bookchin ile Buluşma başlığıyla yayınladık. Röpörtaja buradan ulaşabilirsiniz…”

“Ekoloji hareketinde sürekli yerelliğe odaklanırsak ‘kapalılığa’ (paracroalism) yol açabiliriz. Kan bağıyla bağlı olduklarımız gibi yakınlık duyduğumuz tanıdıklarımız dışındaki kişileri dışardan görüp ötekileştirebiliriz. Nükleere, altın madenciliğine, mega projelere ya da ormansızlaşmaya karşı yürüttüğümüz kampanyaları küresel hareketlerin bir parçası haline getirilmesinde çok yarar var. Birbirimizden öğrenmek bizi hem iyileştirir hem de büyütür. Evrensellik ve dayanışma karşılıklılık gerektiriyor…”

Söyleşi: İsmail Akyıldız, 30 Haziran 2021, Yeşil direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi

Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?

Elbette mevcut. Vandana Shiva özellikle II. Dünya savaşı sonrası elde kalan petro kimya ürünlerinin endüstrileşmekte olan tarım endüstrisinde yöneltildiğine işaret eder.  Bir başka deyişle 1940‘lardan itibaren toprak tarım kimyasallarıyla zehirlenmeye başlandı. Bu anlamda günümüzde 1000’den fazla haşere ve ot öldürücüsü türetildi.  Bu durumun çevreye etkilerini 1962 yılında ilk kez kadın biyolog  Rachel Carlson kitaplaştırdı. Sessiz Bahar (Slient Spring) başlıklı kitabında artık baharda dahi kuşların ötmeyişini dile getirir.  Kuzey Amerika’da önemli bir gelenek olan Şükran Gününde (Thanks Giving) turna yemişi (cranberry) sosuyla hindi  pişirilemeyecek olması Amerikan toplumu  için önemliydi. Carlson’un bu konuya şiirsel bir dille dikkat çekmişti. Aynı yılın ikinci yarısında  Toplumsal Ekoloji felsefesinin kurucusu Murray Bookchin’nin Sentetik Çevremiz  (Our Sentetic Environment) kitabı çevre sorunlarına dikkat çekmenin yanında problemin toplumsal boyutunu da ele alıyordu. Bu iki kitap dünyada ekoloji sorunsalına dikkat çeken ilk yapıtlardandır.

Toprağa kafa yoran bağımsız bazı bilim insanları ve aktivistler ise 1970’lerde -daha da belirgin olarak- “Organik Hareketi” başlattılar. Yeni Zelanda ve Amerika’da bu hareketin öncülerinden bazı kişiler tanıdım. Yalnızca söylemleriyle değil yamalı renkli giysileriyle her türlü tüketime hala radikal şekilde karşı duruşlarını sergiliyorlardı. 70li yıllarda aynı zamanda dünya da petrol krizi oldu. Özellikle rüzgar ve güneş gibi alternatif enerji kaynakların araştırmasına cılız da olsa bir yönelim oldu. Cılız diyorum çünkü bu alana yeterli kaynak ayrılmasına petrol lobileri izin vermiyordu. ABD’nin Vermont eyaletinde 1974’de kurulan Toplumsal Ekoloji Enstitüsü (İnstitude for Social Ecology) 70li yılların ikinci yarısında yenilenebilir enerjilerin kullanılmasını öneren ve uygulayan ilk kurumlardandır.

Tüm bunlar elbette daha sonra Küresel Kuzey olarak adlandırılan kapitalist ülkelerde gelişen hareketlerdir. Kenya, Hindistan, Asya ve Afrika ülkelerinde ise endüstriyel kapitalizme materyal sağlamak için ormansızlaştırma başladı. Böylelikle endüstriyel kapitalizmin tarım toprakları yanında ormanları (çoğu endemik) da yok etmesi dolayısıyla dünyada çölleşmenin yolu daha fazla açılmaya başlandı. Ormansızlaştırma ve tarım kimyasallarına karşı çıkış önemliydi. Çünkü bu durum aynı zamanda biyolojik çeşitlilik kaybı demekti. Tüm bu tehlikeleri görenler 1970lerde ekolojik tarım yöntemlerinin gerekliliğine önemle işaret etmeye başladılar. “Fukuoka tarımı” da denilen “Doğal Tarım” ve daha sonraki yıllar “Ekolojik Tarım” ya da “Agroekoloji” böylelikle doğdu. Elbette endüstriyel tarımın getirdiği monokültüre dayalı Yeşil Devrime karşı duruşu da unutmamak gerekir.

Bir toplumsal proje olarak ekofeminizmin tarihi  de 70lerde yukarıda işaret ettiğim sorunlara dayanır. Her ne kadar teorisi Avrupa ve Amerika odaklı olsa da Kuzey Hindistan’da 1970lerde başlayan Chipco  hareketi’yle ağaca sarılan kadınlar simgesine dayanır. 1977 de Chipco hareketinden esinlenen Kenya da ormancılık Profösürü  Wangari Maathi Kenya Ulusal Kadın Konseyinden 27 kadınla birlikte Yeşil Kuşak (Green Belt) hareketini başlatırlar. Yeşil Kuşak hareketi sırasında yalnızca kitlesel olarak yeniden ormanlaştırma hareketi başlatılmaz. Aynı zamanda binlerce kadının ormancılık, arıcılık vb konularda iş sahibi olması sağlanır. Hatta Kenya da bugün yaban hayatının izlendiği bazı bölgeler ekoturizme tahsis edilir.

Sonraki yıllar tarım kimyasalları ve ormansızlaşma kadar  dünyadaki Anti Nükleer hareket ve Genetiği değiştirilmiş Organizmalara (GDO) karşı çıkış da ekoloji ve yeşil hareketin önemli ivmeleri oldu. Tüm bunların Türkiye’ye yansıması ise Yeşiller Partisi’nin kuruluşu ve çevreci hareketlerin 90lı yıllarda yaygınlaşması oldu. Akkuyu ve Sinop Nükleer santral projelerine binlerce insan karşı çıktı sokaklara çıktık, bölgeye, köylere gittik.

Sonra 90’ların başında önemli bir Mihenk taşı olan Bergama’da Eurogold firması tarafından başlatılan ilk siyanürlü altın madeni projesi gündeme geldi. Bu durum kapitalist küreselleşmeye karşı yerel halkın yaşam alanına sahip çıkması demekti ve tamamen köylülerin  insiyatifine dayanıyordu diyebilirim. Bergama Hareketi’nden hala öğreneceğimiz çok şey olduğunu düşünüyorum. 11 yıl sürdü ve Avrupa’nın en önemli direnişlerinden biri olarak tarihe geçti. 1998’de Avustralya’ya göç etmiştim. Eurogold Avustralyalı şirketi idi. Bu tarihte Bergama halkı madeni durdurmayı bir kez daha -yasal olarak- başarmıştı. Ancak geçmişte de Danıştay tarafından bozulan kararlar söz konusuydu. Dedim ki kendime; “eğer bu karar bir kez daha bozulursa buradaki Türkiyelileri harekete geçirmemiz gerek’. Çünkü şirket köylere ve arkeolojik alanlara çok yakın bir bölgede faaliyet gösteriyordu. Ege’nin gıda sepeti olan bir havzada deprem hassasiyeti nedeniyle siyanür havuzlarının taşması büyük tehlike yaratabilirdi. Üstelik bu durum Avustralya için bir çifte standarttı. 

Seattle da ilk anti-küresellelme hareketinin kıvılcımı yakıldıktan sonra Eylül 2000 de  Dünya Ekonomik Forumu yapılacaktı. Melbourne aktivistleri ona hazırlanıyordu. Biz de Melboune Friends of the Earth vasıtasıyla  Bergamalı köylülere destek hareketini başlattık. Gerek Türkiye’de gerekse Avustralya da epey de ses getirdik. 5 gün süren uluslararası forum boyunca binlerce imza topladık. Kısacası birkaç yıl Bergama hareketinin Avustralya’daki sesi olmayı başardık. Bergama aşılmasın ve altın şirketleri Anadolu’ya yayılmasın istedik. Ne yazık ki olmadı…  Geride yalnızca bir direniş hikayesi kaldı ki bunların da gelecek kuşaklara aktarılması önemli!  Son yıllarda bu Cerratepe’de, Kazdağları’nda ve günümüzün İkizdere’sinde yürüyor. Bu zamanda Anadolu’da 1500’den fazla altın arama ruhsatı olduğu söyleniyor.

Bunun yanında  küresel iklim krizine çözüm olarak kapitalizmin yeşillendirildiği bir dönemdeyiz. Yeşil enerji adı altında dayatılan hidroelektrik santral projeleri nedeniyle Alakır’da, Karadeniz’de “Yeşil Yol” projesine direnenler Kuzey Ormanları Koruma hareketlerine de bin selam olsun! Tüm bu sorunlara ekolojik olduğu kadar toplumsal bir sorun olarak da bakıyorum. Çünkü doğanın tahakkümü Murray Bookchin in deyişiyle insanın insana tahakkümüyle başlamıştır.

Bu süreçlerde insan merkezciliğe karşı olduklarını merkez savunma gibi gösterip ekolojik sorunları daha derinden ele alıyorlarmış gibi biyomerkezciliği[1] merkeze oturtan “derin ekoloji” anlayışının da Türkiye’de az da olsa bir yansıması olduğunu düşünüyorum. Elbette içlerinde ekolojik sorunları daha derinlemesine görmeye çalışanlar olabilir. Ancak insan sevmezliği ve insanı yeryüzünde bir ur şeklinde gören ekofaşizme varabilecek anlayışın kabul edilir tarafı nasıl olabilir? Örneğin küresel iklim değişikliği Küresel Güney’in fakir insanları mı yarattı? Oysa insan merkezli yaşam kadar biyomerkezcilik de insanlı doğa ile insansız doğa arasındaki ahenk ve dengeyi sağlayamaz. Çünkü doğayı merkeze alan insanı doğadan yalıtan bir anlayış insanı yeryüzünde bir ur gibi görmeye götürür ki bu ekofaşizmin kendisidir. Örneğin, karbon emisyonlarını iklim değişikliğinden en fazla etkilenen Pasifik adalarında yaşayan insanları ya da Bengladeş’in alıcı ve tüketimci olmayan insanları mı yarattı? Afrika’da -gittikçe artan kuraklık nedeniyle- yemek pişirecek odununu her yıl yaşadığı yerden 5-10 km daha uzak bir bölgeden sağlamak zorunda kalan kadınlar mı yarattı?

Ekoloji hareketinin bugüne kadar önemli başarıları ve başarısızlıkları nelerdir?

Yerel direnişlere hukuki yollarla sahip çıkmamız gerektiği gibi yaşam haklarımıza da yurttaş bilinciyle sahip çıkmamız gerektiği ortada. Ancak kültürümüzde hiyerarşilerin çok girift ve kemikleşmiş olduğu da bir gerçek. Örneğin son dönemde ekoloji hareketi içinde feminizme kafa yoranlar çoğalıyor. Ancak kendine ekolojist diyenler Türkçe’de kullanılan “ataerki” sözcüğünün ne anlama geldiğini pek sorgulamıyorlar. Bunu bir yandan “patriyarka” sözcüğüne karşılık kullanırken, öte yandan “ata tohumu”, “atalarımızdan öğrendiklerimiz” gibi ifadeleri kullanabiliyorlar. Oysa aynı kişiler hiyerarşileri ele alırken “gerontokrası” gibi kavramları kitabi dille anlatmayı çok iyi beceriyorlar. Dolayısıyla bu ve benzeri durumların gösterdiği gibi sol ve ekolojist gruplar içinde dahi polarizasyon çok fazla. 20 yıldan uzun süre çoğunlukla yurt dışında yaşadım. Oradaki yaşam alanlarının da kolay kazanılmadığını gördüm. Gördüm ki; kuşaktan kuşağa taşınan direniş hareketleri var. Örneğin, Avustralya’da ‘Uranyum madenciliği olmasın’ (No to Uranium Mining) kampanyamızda Yeni Zelandalı bir arkadaşım vardı. Kendisi anne ve babasının da nükleer gemilerin kıyılara yaklaştırılmaması için yıllarca mücadele ettiğinden söz etti ve ekledi; “Ben o kıyılarda büyüdüm”. Bu bana Yeni Zelanda’nın nükleersiz bölge olmasını en iyi anlatan canlı bir hikayeydi. Benzeri şekilde Amerika’da “Nehirlere Özgürlük” hareketine 25 yılını vermiş örnek bir aktivist tanıdım. Kısacası her mücadelenin  uzun soluklu olabileceğini göze almak gerek… “Hiyeraşisiz Örgütleme” dediğimiz kavramın içini nasıl doldurduğumuz çok önem taşıyor. Liderliklerin geri çağrılabilir  olması gerektiği gibi katılımcılıkta nerede hata ettiğimizi bulmak için diye zaman zaman arkaya dönüp bakmak gerekiyor.

Kolonyalizmin -bir başka deyişle hakim kültürün- etkisi doğayla ilişkimize ve elbette ekoloji hareketine de yansıyor.  Örneğin, ABD’deki siyahilerden, kolonyalizme karşı edebiyattan müziğe, topluluk ve dayanışma ekonomileri kurmaktan kent hakkına kadar öğreneceğimiz çok şey olduğunu düşünüyorum.  Direniş kültürü kadar dayanışma kültürü de var onlarda. Örneğin en iyi dayanışma ekonomi modellerini kent tarımı ve kamusal alanların -Detroit gibi eski sanayi kentinin bostanlarla donatılması gibi- projelerini onlar üretiyor. İklim adaleti hareketinde en radikal adımları atanlar yerliler ve siyahiler. Bizde ise hakim kültüre karşı köklü ve sürekli bir direniş kültüründen söz edilmesi söz konusu değil, genel olarak yapılan kuru bir siyasetten ibaret. Bu bizde sanatta, edebiyatta, dans ve müzik gibi alanlarda daha yeni gelişiyor. 

Örneğin Kaliforniya’daki yerlilerin toprak kültürü ile ilgili bir kadının (Kat Anderson) yazdığı Tending the Wild başlıklı bir kitap var. Ekolojik açıdan “yenilenebilir bir yaşam” için toprakla nasıl ilişki kurmak gerektiğini çok iyi anlatır bu kitap. Meksika’nın Oxaca eyaletini ziyaret ettiğimde orada yaşayan yerli bir arkadaşım Meksika’da 200 yıl boyunca kinoa ektirmeyen İspanyol koloniyalist yönetiminden söz etmişti. “Kolonyalistleri kovup kinoa ekme hakkımızı geri aldıktan  sonra bir dizi sağlık sorunlarımız  kendiliğinden son buldu” diye vurguladı. Besin değeri oldukça yüksek kinoa kuşaktan kuşağa onların beslenme alışkanlıklarının bir parçası olmuş adeta genlerine işlemişti. Temel besin maddeleri yok edilince diyabetten kalp hastalıklarına ve obeziteye kadar bir dizi hastalıkta yükselme yaşanmış.

Bu konuda son söz belki şu olabilir; Anadolu kültürünün bir mozaik olduğu söylenir, hakim olan baskıcı politikalar altında bulunan bu mozaiği asıl renkleriyle görünür kılmaya çalışmak bizim üzerinde ciddi olarak çalışmamız gereken konulardan biri.

Kısacası farklarımız eğer büyük resim içinde mozaiğin parçaları ise bu mozaiğin yapıştırıcısı ne olmalı? Sağlıklı ve dirençli bir yapıştırıcı ne ve nasıl olmalı? “Anadolu gerçek anlamda bir mozaik değildir” diyenler var.  ‘Azınlık’ denilen kültürleri kendi sesleri ve değerleriyle ne oranda kabul etmişsek mozaik de o oranda olabiliyor. Eğer yapıştırıcı öğemiz sadece yemekler ve tatlarımız ise bunun yetersiz olduğunu söyleyebiliriz. Herkesin kendi dilinde kendini ifade etmesi dahi hala tehlikeli olarak görülüyor. 

Koronovirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/ oynar mı? Salgının hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulundugumuz koşulların avantaj ve dezavantajlari nelerdir?

Koronovirüs nedeniyle evlere hapsedildiğimiz ilk günlerde bir yazı yazmıştım ‘Şimdi farklı üretme ve farklı düşünme zamanı’ başlıklı. Bu krizin kapitalizmin önceki krizlerinden farklı olduğu belliydi. Aslı ekolojik krize ve dolayısıyla küresel iklim değişiminin gerçeklerine dayanan biyo çeşitlilik kaybı bu duruma yol açmıştır. Bir başka deyişle insanın doğa üzerindeki egemenliği insanın insan üzerindeki ve diğer canlılar üzerindeki tahakkümü sunucuydu. Bu durum insana sağlık krizi olarak kendini göstermişti. Oysa doğadaki diğer canlılar benzeri krizleri uzun süredir biyolojik çeşitlilik kaybı olarak yaşıyordu. Her gün 200’den fazla tür kayboluyordu…

Pandemi süreci yaşamımızda bir dizi korku ve kısıt getirdi. Giorgio Agamben’nin belirtiği gibi yalnızca vücudun hareketlerinin gözetlenmesi değil, aynı zamanda biyopolitikalar kapsamında sürüp gidebilecek küresel otokratik bir yapı getirilme yolunda ilerleniyor gibi görünüyor. Aşı konusunda yaşananlar bunun örneklerinden biri.

Pandeminin başında eve hapsedilme nedeniyle bilinçli ya da bilinçsiz birçok insan biyomerkezci yorumlar yapmaya başladı. Artık insanların  dört duvar arasına hapsedilmesiyle adeta insansız doğa yaratılmış ve yaban hayatı kent gibi yapılı alanlara dahi inebiliyordu. Ülkeler ve kentler arası uçuşlar da durdurulduğundan havaya salınan kirlilik çok azaldığından berrak görüntüler oluşuyordu. Ortaya çıkmış olan insansız doğanın insanların zorunlu olarak dört duvar arasına hapsedildiklerinden kaynaklandığını unutmayalım! Ayrıca sanki fark gözetmeksizin her insanın çevre kirliliğine katkısı eşit derecedeymiş gibi bir tutum sergileniyor. Kötülüklerin efendisi soyut “insan” olarak sunuluyor. Oysa insan merkezli yaşam kadar biyomerkezcilik de insanlı doğa ile insansız doğa arasındaki ahenk ve dengeyi sağlayamaz. Hakim kültüre benzemeyenler bizden olmadığı gibi düşünülerek kolayca ötekileştirilebilir, yok sayılabilir, sorunlarına seyirci kalınabilir. Oysa ekolojik bakış açısında her şey birbiriyle bağlantı içindedir. Yalnızca insansız doğada değil insanlı toplumsal doğamızda da öyle. Bizden olmayanların sayısını çoğaltmak çok kolaydır. Bunu gündelik yaşamımızda da kolayca yapabiliriz. Bunu ssürekli hale getirdiğimizde ortak yaşam imkansız hale gelebilir. Yalnızca gıdamızı kendimiz yetiştirmemiz organik besin tüketmemiz dünyayı kurtarmayacak. Asıl olarak düşünce tarzımızdaki faşizmden, devletten ve merkeziyetçilikten kurtulmamız lazım. Aksi halde ekofaşizmin bir çeşidini savunuyor hale düşebiliriz.

Bu insanlar kapanmadan dolayı duvarlar arsında üretilen dağ kadar çöplerin, yaşamımıza hijyen adı altında daha fazla giren petrokimya (nükleer tıpta kullanılan da dahil) ürünlerin nereye gittiğini görebiliyorlar mı acaba? Bu aynı zamanda  farklı bir içerikte dahi olsa feminizmin politikaya kazandırdığı “özel olan politiktir” deyimini akla getiriyor. Özel alanlarımızda ürettiğimiz üretim ve tüketim ilişkileri de politiktir. Hem doğaya hem de topluma zarar ya da faydası vardır. 

Buna ek olarak özel alanda cinsiyetçi iş bölümünü konusunu da ele almamız gerekir. Örneğin, kültürel normlar gereği özel alanda kadınlara yüklenen bakım emeğinin neredeyse hepsi görünmez emektir. Bu maddi manevi  takdir görmeyen emek kadını hem zihinsel hem de fiziksel olarak fazlasıyla yorar. Bu durum ise özel alanda artan şiddet olarak ortaya çıkar ki; burada  özel olanın politik olduğunu da anımsatalım. Esnek iş, evde çalışmak, uzaktan çalışma vb adlar altında işin tanımı da değişti. Bu kapsamda aynı zamanda  Covid-19 nedeniyle kapatılan ve durdurulan bir dizi iş alanı da oldu. Bazı kaynaklar bu ekonomik krizde kadınların işlerini kaybetmesi erkeklere oranla %60 daha fazla olduğu belirtiliyor.

Bütün bunlardan söz ederken belki de öncelikle ele almamız gereken konu pandemi sürecinde sağlıklı gıdaya bir yönelim olduğu gerçeğidir. Gıda Özgürlüğü[2] konusu üzerine uzun yılardır kafa yoran biriyim. Bu yönelimi ele alırken insanları, ekosistem ve toplumu birlikte düşünmeye  davet etmemiz gerekiyor. Sağlıklı gıda sağlıklı toprakta yetişir diye de bir yazıda bunu kaleme almıştım. Toprağa nasıl davranıldığı ve atıkların nasıl yönetildiği kadar adaletli gıda sisteminde bölüşüm de çok önem taşıyor. Sağlıklı gıdaya ulaşma herkesin hakkı olmalı. Bu durumda  kamusal alanlar ve  müşterekler akla geliyor.

İnsanı  yurttaşlık bilinci ve etik değerleriyle göreve davet etmek gerekiyor.  65 yaş üstünü güya koruma adı altında hastalığı bulaştıran gibi gösterilerek yalnızlığa mahkum edildi. Hatta Avrupa’da bazı bakım evlerinde ölüme terkedildiklerini duyduk. Böylesi kriz dönemlerinde müştereklerin değerleriyle yapılandırılan kurumlar ve grupların değeri daha iyi anlaşıldı.  Önümüzdeki yılarda da sürüp gideceği öngörülüyor. Toplumsal temelli kolektifler/müştereklerle desteklenen yaşlı bakım evlerindeki insanların zarar görmediği gibi hakkettikleri saygıyı gördükleri ortaya çıktı. Dolayısıyla bu değerleri örmek için pandemi krizi bir fırsat olabilir. Ayrıca, benzeri alt yapıları olan toplulukların krizi hissetmedikleri gibi eskiden koydukları değerleri pratik ederek temellerini güçlendirdikleri de ifade ediyorlar. Geçmişte meslek gereği afet zonlarında sismolojist olarak bulunduğumdan afet dönemleri için örgütlenmenin de önemli olduğunu düşünüyorum.

Kısacası  Covid-19  sağlıktan ekonomiye kadar küresel toplumsal bir kriz yarattı. Ancak bu krizin yerel kontrolü de ülkelerin öncelikle gıda  ve tarım politikalarıyla yakında ilintili durumda.

Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?

Ekstrem sıcaklar, birden boşalan yağmurlarla sele dönüşen taşkın felaketleri, ormansızlaşma ve  çölleşme vb. iklim krizinin sonuçlarını daha net yaşamaya başladık. Artık kapitalizmin yalnızca gölgesini satamadığı ağacı yaşatmadığı değil şişelere depolayamadığı temiz suyun kalmadığı ve en kötüsü de suyun borsaya düştüğü bir dünyadayız. Yakında temiz hava da yaygın olarak sermaye piyasasında bir meta haline gelebilir. Avrupa’nın çimento, kağıt, tekstil, gibi kirli sanayileri yıllar öncesinden Türkiye’ye taşınmaya başlandı. Bugün Avrupa’nın en yüksek karbon emisyonlarını salar duruma geldik. Türkiye AB’nin 2050 Karbon-Nötr Ekonomi hedefine hazır olup olmadığı ise büyük bir soru işareti.

Bununla birlikte enerji politikalarında dünyanın terk ettiği kömür santrallarının azaltılması yolunda henüz ciddi adım atılmıyor. Hatta temiz enerji adı altında Akkuyu ve Sinop gibi nükleer santral dayatmaları mevcut. Nehirler ve derelerin suyu borulara hapsedilerek Küçük Hidro Elektrik Santralları  (HESler) aracılığıyla vadiler, su ve karbon yutakları kurutuluyor. Oysa oralar aynı zamanda  biyo-çeşitlilik alanlarıdır.

Kapitalizmin ‘Büyü ya da öl’ anlayışı küçük aile  çiftçiliğine de dayatıldı. Oysa ülkemizi -hatta dünyayı- doyuran  %70 oranında küçük aile çiftliğidir. Covid-19 pandemisi sürecinde hükümetin  gıda yeterliliği hakkındaki anlayışı “biz aç kalmayız” şeklinde oldu. Oysa neredeyse her ülke önce kendi vatandaşını doyurmayı amaçladığından içe kapandı ve dayanışma söylemleri geliştirdi. Portekiz “sizi besleyeni siz de besleyin” sloganıyla üretici ve tüketici dayanışmasını artırmaya çalıştı. Çin çiftçilerin borçlarını erteledi. Hindistan tohum desteği sundu. Bizde ise sağlık krizini fırsata çeviren aracıları hükümet yeterince denetleyemedi. Bu nedenle ürünlerin fiyatlarında bir buçuk yıl içerisinde %70lere varan artışlar oldu. Tüm bunların önüne nasıl geçebiliriz? Elbette dayanışma ekonomilerini ve bir başka dünya hayalini yaşama geçirerek.

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?

Bu soruyu öncelikle  megapolis (büyük kent) ve kırsalın kentle kopartılmış ilişkisinden başlayarak yanıtlamak isterim. Kırla kentin bağı -mevcut büyük şehir modelinde görüldüğü gibi- merkeziyetçi olmayan, mahalle ölçeğinde, yerelin kapalı olmadığı bir yapıyla mümkün olabilir. Merkeziyetçilikten uzak insani ölçeğe dayalı mahallelerde yurttaşların kendi kararlarını alabildiği ve yerel yönetimin yurttaşların sesine kulak verdiği doğrudan demokrasi prensiplerine dayanan öz yönetim modelleriyle mümkündür. Özellikle gıda politikaları kapsamında kentteki insanlar gıdanın üretildiği kırla doğrudan ilişki içinde olmalı. Toplum destekli tarım modelinde tüketici ve üretici arasında doğrudan ilişki kurulur aradaki ilişkiyi aracılar belirlemez. Bu durumda tüketici  üreticisinin kar ve zararına ortak olacağını deklere etmiş gibidir. Böylece ürün fazlası bölüşülürken kuraklık, sel vb gibi etkenlerle kayıp ortaklaştırılır. Böylesi doğrudan güvene dayalı bir ilişki kurulduğunda bunun ekolojik döngüye katkısının %60 oranında olacağı hesaplanmıştır.

Küresel iklim değişimi nedeniyle artık krizler çağındayız. Bolluk zamanı bitti. Ekonomik  büyüme yerine gerçek ihtiyaçlarımızın ne olduğu masaya koyup onlara odaklanma dönemindeyiz. Bolluk dönemi bitti derken savrukluğu kastediyorum. Ekolojistler zaten yalnızca ihtiyaçlara dönük bir yaşam sürdürüyor olmalılar. Ben yapay ihtiyaçları dayatan bu sistemin yerine gerçek ihtiyaçlarımızın ne olduğuna dair bilinç oluşturmaktan söz ediyorum.

Kapitalist büyüme ekonomisi yerine dayanışma ekonomilerinin hayata geçirildiği bir modeller ağından söz etmek isterim. Bu anlamda da yukarda belirttiğim gibi  kuşaktan kuşağa geçecek stratejileriler geliştirmeliyiz. Değişen dünyada gelecek kuşaklara ‘biz denedik olmadı’ şeklinde umutsuzluk yerine ‘Biz yapmaya çalıştık ama hatalarımız olabilir. ‘Siz belki daha iyisini yapabilirsiniz’ cesareti verilmeli. Bu kuşaklar arası çatışmayı ve dolayısıyla yaşa dayalı hiyerarşiyi (gerontokrasi) azaltma yönünde yarar sağlayabilir. 

Sonra sağlıklı hareketler geliştirebilmek için öncelikle insan merkezciliğe odaklanmalıyız. Küresel iklim değişimi sonucu insanlığın geldiği noktaya işaret eden Antroposen’e ve sosyal yapı olarak kapitalist sistemin yaptığı tahribatın altını çizen Kapitalosen kavramını derinliğine anlamak için kafa yormalıyız. Örneğin solun hala hakim ve cinsiyetçi kültür nedeniyle kadınlar ve azınlıklar üzerinde oluşturulan katmerleştirilmiş tahakküm ilişkilerini nasıl ele alacağı üzerinde detaylı bir uygulama planı yok. Türkiye’de eril kültürü eleştirmek için erkeklerin bir araya gelerek kurduğu Datça Eleştirel Erkeklik Grubu gibi kaç tane grup/oluşum var ki? Ayrıca bu oluşumlar Türkiye’de ne kadar kalıcı olabiliyorlar? Ona bakmak lazım.

Dolayısıyla politik bileşeni olan ekolojik bir dönüşüm için  insanın insan üzerindeki tahakkümü kadar insanın cins, tür, sınıf, deri rengi, dil, inanç gibi diğer tahakküm biçimlerine ilişkin keşisimsellikleri de hesaba katması çok önemli bir konudur.

Biyo-çeşitlilik kadar kültürel çeşitlilik de önemli. Anadolu’da her beş kilometrede bir rastladığımız farklı yaşam alanları ve tarzları bizim bir zenginliğimizdi. Bu çeşitliliği bugün küresel hareketlerin evrensel değerlerinden edindiğimiz zenginlikleri de dikkate alarak geri getirmeliyiz. Bir köyün, bir mahallenin, bir kasabanın bir diğerinden öğrenecekleri olmalı.

Kadın, araştırmacı/yazar ve bir ekoloji aktivisti olarak sadece Türkiye’de degil Avusturalya, Yeni Zellanda ve Amerika gibi dünyanın başka ülkelerinde da aktif olduğunuzu görüyoruz. Dışarıdan Türkiye’deki ekoloji hareketi nasıl görülüyor? Uluslararasi bağlamdan bakildiginda gözünüze çarpan çözüm bekleyen sorunlarimiz var mı? Ekoloji hareketini ulusötesi bağları yeterince güçlü mü? Bu konularda eksikler varsa telafi etmek icin öncelikli olarak neler yapılmalı?

Yerelle evrenselin bağlantısını iyi kurmak gerekiyor. Küreselliğe karşı yerelliğe işaret ediyoruz sürekli olarak. Bu bağlamda ben özellikle biyolojik çeşitliliği geri getirmenin önemi konusuna sıkça vurgu yapıyorum. Aynı gökyüzü altında yaşadığımızı küresel iklim değişiminin etkileri bize açıkça gösteriyor. Ekoloji hareketinde sürekli yerelliğe odaklanırsak kapalılığa (paracroalism) yol açabiliriz. Kan bağıyla bağlı olduklarımız gibi yakınlık duyduğumuz tanıdıklarımız dışındaki kişileri dışardan görüp ötekileştirebiliriz. Nükleere, altın madenciliğine, mega projelere ya da ormansızlaşmaya karşı yürüttüğümüz kampanyaları küresel hareketlerin bir parçası haline getirilmesinde çok yarar var. Birbirimizden öğrenmek bizi hem iyileştirir hem de büyütür. Evrensellik ve dayanışma karşılıklılık gerektiriyor.

Elbette Türkiye’nin, Asya ile Avrupa arasında bir sınır ülkesi olması dolayısıyla sorunları da çok karmaşık. Ancak bu da gösteriyor ki bizim deneyimlerimizden başkalarının da öğreneceği çok şey var. Nitekim ben bunu ulus-ötesi birçok ortamda gözlemledim. Hatta Türkiye’yi biraz tanıyan Yeni Zelandalı Anarşist bir arkadaşım; “Sizin ülkenizden ve sizlerden öğrenecek çok şey var” demişti. Coğrafyanın dinamikliği davranışlarımıza , yiyeceklerimize ve kültürümüze de yansımış durumda. Evrensel dayanışmada insanlar gerçekten bu tarz etkileşimlere çok açıklar. Bu yalnızca Gezi’de yaşananlardan ibaret olmamalı.

Bir soru da Murray Bookchin ve Toplumsal Ekoloji Dergisi hakkında sormak istiyorum. Bookchin okumalarınız ne zaman başladı? Bookchin’in bir kavramı olan “Toplumsal Ekoloji” adını taşıyan bir grup ve derginin kurucuları arasındansınız. Neden bir başka isim değil de Bookchin ve Toplumsal Ekoloji? Bu konuyu biraz açabilir misiniz? Bir de Bookchin’in yazdığı İngilizce dilini konuşan ülkelerde bir araştırmacı ve aktivist olarak bulunmuşsunuz? Bu ülkelerde Bookchin nasıl algılanıyor? Turkiye’de olduğu kadar “etkili” olduğu söylenebilir mi? Toplumsal Ekoloji dergisi yayınlandıktan sonra Bookchin Türkiye’de nasıl algılandı? Bugün geldigimiz noktada Ekoloji hareketinde Bookchin’in yeri nedir sizce?

Üniversite yıllarımda sosyalist öğrenci gençlik hareketinde birşeylerin eksik olduğunun farkındaydım ama adını koyamıyordum.

Murray Bookchin’in “Özgürlüğün Ekolojisi” başlıklı kitabı 1994’de Türkçe’ye çevrildi. Aynı yılın sonlarına doğru İstanbul Sosyal Ekoloji Grubu‘nu kurduk (2001 yılında da grubun adını Toplumsal Ekoloji olarak değiştirdik ve grubun Ankara kanadı da bu yılda oluşturuldu). Bookchin kitabında hiyerarşilerin antropolojik olarak ele alınması ve erkeğin kadın üzerindeki hegemonyasının en önemli hiyerarşiler arasında yer alması gerektiğini dile getiriyordu. Bu benim için oldukça zihin açıcıydı. Ayrıca kentin ekolojik dönüşümü konusuna uzun süredir kafa yoruyordum. Bookchin’in “Kentsiz Kentleşme” kitabı ve “ekolojik bir toplum” yaratmaya yönelik diğer kitapları gibi oldukça kafa açıcıydı. 2001 yılında ABD’nin Vermont eyaletindeki Toplumsal Ekoloji Enstitü’sünü ziyaret etmem küresel ölçekte ekoloji hareketini felsefi ve teorik olarak anlamlandırmakta önemli katkılar sağladı.  Enstitü’nün özellikle III. Dünya’daki ekolojik gelişmeleri önemsediğine tanık olmuştum. Ben de orada Bergama hareketiyle ilgili bir konuşma yapmıştım.

Kent kapsamında Bookchin’in önemli bulduğum diğer bir görüşü de “Özgürlükçü belediyecilik” (Libertarian Municipalism) hakkındaki görüşleridir. Bu düşüncelerin Rojowa’da pratiğe aktarılmış olması Bookchin’in önemini dünya genelinde artırdı. Ortadoğu coğrafyasının patriyarkanın en güçlü olduğu bölgelerin başında gelmesi özellikle feminist araştırmacılar açısından son derece önemlidir. Bu bakımdan bu bölgede kadınların öncülüğünde bir oluşumun ortaya çıkması büyük önem taşıyor. Bu kapsamda kadınların  mühendisliğini yapıp, yapılarını kendilerinin kurduğu Jin War projesi çok ilgimi çekiyor.

Bookchin özgürlükçü belediyecilik kapsamındaki uygulamalarıyla Latin Amerikada özellikle Şili ve Uryguay da hatta son yıllarda Kore’de de önemseniyor. Montreal, Barselona, Londra, Atina gibi şehirlerin öncü olduğu Free Cities başlığı altında bir ağ oluşturuldu. Kentleri dönüştürme projelerinde doğrudan demokrasinin uygulanması bakımından önemli pratikler yaşanıyor. Bu görüşler gerek Kuzey Amerika’da ve gerekse Avrupa’da Yeşil Yeni Düzen ve Küçülme (Green New Deal and Degrowth) hareketlerinin radikal kanadını oluşturmaktadır.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Öncelikle söyleşi için çok teşekkür ederim. İnsanın önündeki kritik bir sorumluluk süreci oduğu için gelişmiş ülkeler iklim krizine yönelik bir çözüm için 2030 ve hatta 2050 yıllarına yönelik bir hazırlık içindeler. Bugün başlangıç aşamasında olan bazı uygulamalar ne yazık ki gelecek yıllarda daha fazla ete kemiğe bürünecek gibi görünüyor. Dünya hızla güçlendirilen baskıcı yapılara doğru gidebilir. Açlık ve çölleşme hızla artabilir. Covid-19 sürecinde gördük ki ya özgürlüğe doğru evrileceğiz ya da yok oluşa doğru yol alacağız. Küresel iklim krizi bu yıllarda pandemi olarak -‘sağlık krizi’ olarak- karşımıza çıktı. Gelecek yıllarda daha kötüsünün olmayacağına dair bir garanti yok. Dolayısıyla örgütlülükte  ve dayanışmada en kötüsüne hazırlanmak gerekiyor. Buna dayanıklılık (resilliency) stratejileri deniyor. Peter Kropotkin’in 19. yüzyılda ortaya attığı karşılıklı  dayanışma ilkeleriyle oluşturacağımız dirençliğe her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Bu yerel düzeyde fidan dekimi grubu olabilir ya da yaşlı ve yoksulların kapısını çalıp onlarla dayanışma şeklinde olabilir. Özcesi; müşterekleri çoğaltmak başlıca çabamız olması gerekiyor.

Biliyorsunuz bugün Türkiye’de  yaygınlaştırılmaya çalışılan bir kooperatifçilik var. Ancak bana kalırsa çoğu gerçek bir dayanışma kooperatifi değil.  Merkeziyetçi yapıda ve tek ya da bir avuç kişinin kontrolünde olan olan yapılar bunlar. Dolayısıyla müşterekleri yalnızca oluşturmak yetmiyor. Nasıl  yönetildiği de önemli. Çünkü sınırlı kaynakların ortak ve eşitlikçi biçimde uzun dönem nasıl kullanılabileceği önemli. Müşterekler hakkında yazan Elinor Ostrom, Müştereklerin Yönetimi (Governing the Commons) başlıklı kitabında, müşterekler esasına göre kurulmuş yapıların her an işin esasından uzaklaşma eğilimine dikkat çeker. Bundan kaçınmak için ortaklaşılan değerler konusunda uyanık olmak gerektiğini vurgular. Hatta kitapta Türkiye’deki balıkçı kooperatiflerinden biri de ele alınır ve konu ‘Müştereklerin Trajedisi’ başlığıyla irdelenir.

Yunanistan’da ve Arjantin’deki ekonomik krizler sırasında paylaşılan bir dizi müşterekler deneyimi var. Onlardan öğrenmemiz gerekenler olduğunu düşünüyorum. 2012 yılındaki Yunanistan’daki ekonomik kriz sırasında bir imalathane fabrikasında çalışanlar birkaç ay ücretleri ödenmeyince “üreten biziz bu fabrikayı yöneten de biz olacağız” diye onlarca aileyi besleyecek şekilde ortaklık kurdular. 2013 de projeyi başlatanları ziyaret ettiğimizde tamamen ürün değişikliğine gittiklerini söylemişlerdi. Avrupa’da kullanılan “organik” kavramı yerine ‘biyo’ diyorlardı. Çevreye neredeyse hiç olumsuz etkisi olmayan bir temizlik ürünü üretmişlerdi. Yönetimde de cinsiyet eşitliği sağlamaya özen gösterdiklerini eklemişlerdi. Yunanistan’da yalnızca fabrikalarda değil sağlık sektöründe de müşterekler oluşturuldu. “Müşterek alanlar” olarak gönüllü doktor ve hemşirelerden sağlık ocakları kuruldu. Yunanistan o tarihten itibaren biri Girit öteki de Atina’da olmak üzere her yıl müşterekler festivali (Commons Fest) düzenleniyor.  1998-2002 yılları asındaki Arjantin ekonomik krizinde de benzeri alternatif dayanışma ekonomiler oluşturuldu. Ancak Yunanistan’daki kadar kalıcı olmadı diye biliyorum. Ne de olsa Yunanistan’da Atina kent demokrasisinden beri evrilen bir demokrasi kültürü var. Dolayısıyla yerel olarak herkesin söz hakkına sahip olduğu mahalle toplum evleri (Community Centers) gibi yapılar daha kalıcı oluyor.

Pandemi bize gösterdi ki artık yalnız kapitalizmin yol açtığı yıkıma işaret etmek yeterli değil. Oluşturacağımız ya da içinde olduğumuz hareketlerde patriyarkadan gerontokrasiye, sınıf ve cins tahakkümlerinden iklim sığınmacılarıyla nasıl komşuluk ilişkileri kuracağımıza kadar  dönüp kendimize tekrar tekrar bakmak durumundayız. Bu deneyimleri yazılı hale getirip paylaşmalıyız. Gezi sonrası bu tür deneyimlerini paylaşan (çok az da olsa) gruplar oldu. Yatay örgütlenme deneylerinde yapılan hataları nasıl aşabileceğimiz üzerinde durmak gerçekten çok gerekli. 

Bugün aktif olarak hangi çalışmalar içerisindesiniz?

Ekoloji ve toplumsal cinsiyet bağlamında ekofeminist çalışmalarımı 2010 da çıkardığım (Kadınlar Ekolojik Dönüşümde) kitabından  sonra  derinleştirerek sürdürüyorum. Yerel kültürel yapıları inceliyorum. 2019’da bu kitabın biraz daha akademik bir versiyonunu Doğa ve Kadın: Ekolojik dönüşümde feminist tartışmalar adıyla basıldı ve bu ürünün Pdf formatını ücretsiz olarak buradan indirilirsiniz.

İkinci bir ilgi alanımda gıda özgürlüğü. Gıda çölleri denilen alanları dikkatlice ele almak gerekiyor. Çünkü bu alanlarda genelde ötekileştirilmiş insanlar ve canlılar binbir yoksunlukla yaşamaya çalışıyor. Hem sağlıklı gıdaya erişmede toplumdaki eşitsizlikler nedeniyle, hem de  insan merkezli tarım politikaları nedeniyle  toprağın çoraklaştırılması  sonucu yeterli besinden uzak kalan canlılar her gün daha da artıyor. Yerel, biyobölgesel[3] ve küresel düzeyde eşitsizliklerin arttığı, yerli ve sağlıklı gıdaya ulaşmada derin sorunlar ortaya çıktığı görülüyor. Bu konuda birkaç yıldır üzerinde  düşündüğüm bir kitap projem var.

Geleceğe dönük projelerimden bir diğeri de Türkiye de ekofeminist bir politika geliştirmek ve bunu evrensel değerlerle buluşturmak.  Ayrıca yaptığımız akademik ve pratik çalışmaları ortak bir mecrada toplayıp kalıcı hale getirebilirsek güzel olur.   

Kendinizi tanıtabilir misiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?

Sosyalist öğrenci gençlik alt yapısından geliyorum.  1990’ların ortasında Yeşiller Partisi ve SOS İstanbul vasıtasıyla çevreci hareketle tanıştım. İstanbul’un su havzalarının koruması, çöp sorununu ve  tarihi yapıların özelleştirilmesi hakkında hem bilim insanlarıyla konferanslar düzenleme hem de eylemsel olarak karşı çıkışlar oluşturduk. O dönemde Akkuyu nükleer santral projesi yeni gündeme geliyordu ve ben İTÜ’de çalıştığım Jeofizik Mühendisliği Bölümü’nde nükleer santralin zemin etüdünü yapan grupla çalıştım. Deprem hassasiyeti nedeniyle o bölgede böylesi bir santral projesinin tehlikelerine dikkat çeken bir rapor oluşmuştu. Sonraki yıllarda anti-nükleer hareket kapsamında Akkuyu ve Sinop santral projelerine karşı çıkışımız  Dünya Dostları  şemsiyesi altında sürdü. Alana birçok kez gidip geldik. Yerellerle çalıştık. 1995 ortalarında İstanbul’da “Toplumsal Ekoloji” adını verdiğimiz bir politik ekoloji grubunun oluşturulmasına önayak oldum. 1996 Nisan’nında Çernobil’in 10. yılı etkinlikleri kapsamında Avrupa’da Brüksel’den başlayıp 10 gün sürecek ve Moskova’da sona erecek olan Nükleersiz Bir Dünya yürüyüşüne katılan birkaç Türkiyeli arkadaştan biriydim. 1996 yılında bu çabamız Toplumsal Ekoloji Grubu’nun doğmasına neden oldu.

Bu yürüyüşün özelliği hiç motorlu taşıt kullanmadan her türlü hava koşulunda en az 20 km yürünerek halkı bilinçlendirme çalışmaları ve basın açıklamaları yapmaktı. Toplumsal Ekoloji Grubu’muzun sonraki yıllarda Ankara ayağını da oluşturduk. 1994’te ‘İstanbul Sosyal Ekoloji Grubu’ adını verdiğimiz bir politik ekoloji grubu oluşturulmasına önayak oldum. 2002 yılından itibaren ‘Toplumsal Ekoloji’ dergisini çıkarmaya başladık. Hatta Murray Bookchin’le yaptığımız röportajı Bookchin ile Buluşma başlığıyla yayınladık. Röportaja buradan ulaşabilirsiniz.

1998’de Avustralya’ya göç ettiğimde Friends of the Earth vasıtasıyla anti-nükleer hareketin parçası oldum. Avusturalya çöllerinde çoğu Aborijinlerin yaşadığı topraklarda yapılmakta olan uranyum madenciliğine karşı verilen direnişe henüz bir bebek olan oğlumla birlikte katıldım. Kuzey bölgesindeki Jabaluka Uranyum Madeni projesininin durdurulmasında katkım olduğunu söyleyebilirim. 2005 yılında Avustralya Melbourne Üniversitesi’nde yaptığım bir yüksek lisans çalışması beni Toplumsal Cinsiyet konusuna daha da yoğunlaşmamı sağladı. 2001’de Yeni Zelanda’nın Wellinton kentine taşındım.  Göçmen ve sığınmacı kadınlar liderliğinde bir öğretim alanı yaratmayı düşündüm. Çünkü 11 Eylül sonrası özellikle orta doğululara karşı geliştirilen yoğun bir ırkçılık söz konusuydu. Projenin niteliği  biraz değişse de bugün Wellington’un kent merkezindeki zenginler mahallesinde çok kültürlülük kapsamında bugün de örnek gösterilen bir projemiz var. Zengin ve beyaz mahalle vurgusunu özellikle yaptım. Çünkü bu alanı kiralamak üç yıl uğraşmamızı gerektirdi. Belediye sürekli bize gözden ırak kent çeperlerinde bir yerler gösteriyordu. Ben ve arkadaşlarım hakim kültür içinde azınlık sayılan ve çeşitli travmalardan geçmiş bu insanların kent hakkı kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine vurgu yaptık. Projenin görünmez kılınmış olanların entegre olma ve iyileştirme projesi olduğunu dile getirdik fakat yetkilileri ikna etmede epey zorluk çektik. Birkaç yıl sonra “Innermost Gardens” adlı bu projeyle Birleşmiş Milletler barış elçisi olarak tanındım. Bununla birlikte aldığım en değerli ödülün Bergamalı köylülerin verdiği zeytin dalı baskılı takdirname olduğunu söyleyebilirim. Uluslarası düzeyde Permakültür öğretmenliği deneyimim var. Gerçi şimdilerde Permakültür patentli hale geldi. Bu yüzden onun beyaz orta sınıf bir hareket olmanın ötesine gidemeyeceği düşüncesi ile öğretmenlikten uzaklaştım, Agroekolojiye yöneldim. Gerçi o zamanlar da bu konulara itirazım vardı ve 2012 yılında Van depremi sonrasında Türkiye’nin ilk afet sonrası alanda çalışma projemizi o zamanlar yaşadığım ABD’nin Seattle kentinden el uzatmaya çalışırken adıni ‘Deprem Sonrası Ekolojik Restorasyon’ olarak önerdim. Sıfır bütçeyle herhangi bir yerden fon almadan gönüllü bir ekip  oluşturdum. Hala yıkıcı artçı şokların devam ettiği dönemde bölgeye gittik ve beş günlük atölye çalışmaları yaptık. Bu deneyimimiz ABD de yayınlanan Permaculturer Activist  dergisinde yayınlandı. Buradan ulaşabilirsiniz.

Elbette bu  projeler sırasında Aotearoa/Yeni Zelanda Maorilerden olduğu gibi Van yerelindeki insanlardan çok şeyler öğrendim. Ayrıca  kentin ekolojisine uzun yılardır kafa yoruyorum. 2018-2020 Avustralya’nın Melbourne kentinde göçmenlerin katılımcılığını artırmak ve cins eşitliği kamusal alanlardan eşit yararlanması kapsamında kültürel çeşitlilik sığınmacı hakları ve iklim değişimine karşı etkin projeler uygulayan öncü bir belediye olan Melbourne’daki Darebin Belediyesi’nin Kadın danışmanları grubuna seçildim. Halen yerel ve evrensel hareketlere politik ekoloji kapsamında katkı vermeye devam ediyorum.


(1) Biyomerkezcilik: Zaman ve alan kapsamında biyolojiyi merkeze alır. ‘Sürdürülebilir nüfus’ adı altında dünyanın asıl sorununun nüfus olduğuna görüşüne odaklanır. Dolayısıyla Küresel Güney’in nüfus artışı problem olarak görülür. Doğal değerlerin elimizden kayıp gitmesine neden olanlar tüm insanlar değil tüketim gücünü elinde bulunduranlardır. Bu kayba sebep onların rant arzusu ve sorumsuzluğudur. Politik olarak derin ekoloji anlayışı da buradan beslenir. Bu anlayışa göre küresel iklim değişiminin asıl sorumluları Asya ve Afrika gibi ülkelerin fakir insanlarıdır. Dolayısıyla insanları kısırlaştırmak normal görülüp bu bölgelerde uygulanmaktadır.

(2) Gıda Özgürlüğü: Gıda Demokrasisi ya da Gıda Egemenliği olarak da adlandırılıyor. Yurt dışında öğrendiğim “food sovereignty” kavramınının içini özellikle yerli toplulukların nasıl doldurduklarını yakından inceleme fırsatı buldum. Tohumdan sofraya gıdanın yolculuğunda (toprağa ve suya nasıl davranıldığı dahil) bir dizi ilişkiler ağı söz konusu. Tüm bunlar özgür kılınmadan gıdanın adaleti sağlanamaz kanaatindeyim.

(3) Biyobölge: Bu kavramla, yapay sınırlar vasıtasıyla değil de bir bölgenin biyolojik ve coğrafi özellikleri dikkate alınarak o bölgenin ekosistemsel ve kültürel bütünlüğü vurgulanır.

Share.

About Author

11 Comments

  1. Emet Değirmenci ile söyleşi; “Çocuğum Gibi Bir Dünya”

    Söyleşinin sunumunda da belirtildiği üzere
    “Yerel Düşün Küresel Hareket” sloganına ekoloji hareketinde çokça atıfta bulunulsa da bu mottoyu yaşamında uygulayan, uygulayabilen -sınıf bilincine de sahip- az sayıda aktivist var ülkemizde…

    Bu açıdan ekoloji hareketinde Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, Amerika gibi farklı ülke deneyimlerine sahip bir aktivist olarak Sevgili Emet’in bu söyleşisinin, Ekoliji hareketine Türkiye dışından bakış açısını kavramak ve evrensel bir yaklaşımın nasıl olması gerektiğini yeniden gözden gecirmek açısından özellikle önemli olduğunu düşünüyorum…

    • Zeynep GÜREL

      Marmara Üniversitesi Sivil Savunma Kulübünün farklı branşlardaki öğrencileri; gerek mühendislik, fen biyoteknoloji gibi dallar, gerek tıp ve sosyal bölümler, gerekse fizik öğretmenliği öğrencileri projelerini hayata geçirmek hep Emet Değirmenci’yi yanlarında buldular. Emet Hocamızın kullandığı kavram havuzundan yararlandık. Kamu yararına çalışırken güç kazandık. Evet, Çocuğumu gibi bir Dünya, Yüreğimizi titreten Gezegen geleceğin eğitim politikası olsun isterim.

    • Emet Değirmenci ile ekoloji ana başlığı altında yapılmış bu söyleşi, gözden kaçan bir çok ayrıntıyı bir çırpıda dile getiriveriyor.
      Dünyanın bir çok yerinde, farklı gruplarla, ortak öze yönelik çalışmalarda bulunmuş Emet Değirmenci’nin deneyimleri, günden güne hızlanan ekolojik dönüşüm noktasında aydınlatıcı birer kaynak olacaktır.
      Yalnızca benim özellikle vurgulanması gerektiğini düşündüğüm nokta; bürokrasiye takılan işlerin can alıcı mahiyette olduğu. Akıllara zarar hareketler karşısında aldığımız tavrı sergilemekten geri durmayalım.

  2. “Çocuğum gibi bir dünya” ne anlamlı bir tanım. Doğa ve insanın ayrılmaz ve zorunlu ilişkisini ne güzel anlatıyor. Yüreğine ve mücadelene sağlık Emetçiğim.

  3. Halil Ibrahim Karatas on

    Insanlık için nasįlki evrensellik ve enternasyonalizm bir gereklilik ise ecoloji içinde global bir mücadele esastır. Emetin çalışmalarının bu amacı hedeflediği pratiğiyle önem kazanıyor.

  4. Değişimi, dönüşümü ve eksiklerimizi anlayabilmek için geçmişten bu güne bakan bir göz olarak deneyimlerinizi ve düşüncelerinizi aktarmanız o kadar kıymetli ki. ?Sağ olun var olun. Yarınlarımızı geçmişimizi değerlendirerek daha umutla baktığımız ve kurguladığımız nice güzel günlere dönüştürmek niyetiyle.?

  5. Söyleşi içerisinden aldığım paragrafın içerisinden aldığım bir sözü kendi açımdan önemli buluyorum.
    ”Kapitalist büyüme ekonomisi yerine dayanışma ekonomilerinin hayata geçirildiği bir modeller
    ağından söz etmek isterim. Bu anlamda da yukarda belirttiğim gibi
    kuşaktan kuşağa geçecek stratejileriler geliştirmeliyiz.
    Değişen dünyada gelecek kuşaklara ‘biz denedik olmadı’ şeklinde umutsuzluk yerine ‘Biz yapmaya
    çalıştık ama hatalarımız olabilir. ‘Siz belki daha iyisini yapabilirsiniz’ cesareti verilmeli. Bu kuşaklar
    arası çatışmayı ve dolayısıyla yaşa dayalı hiyerarşiyi (gerontokrasi) azaltma yönünde yarar sağlayabilir. ”
    Kuşaktan kuşağa geçecek stratejileriler geliştirmeliyiz, Evet bunu yapmalıyız. Küresel yapıların dev şirketlerin yada devlet adı altında arka planda var olan politikaların karşısında var olma mücadelesi veren halkların evrensel bir dille yazılması gereken bir el kitabının bir yol haritasının oluşturulması gerektiğini düşünüyorum.
    Ne mutlu Sayın Emet Değirmencinin varlığından haberdar olanlara,

  6. Ne güzel bir başlık: “Çocuğum gibi bir dünya”. Bir annenin çocuğuna gösterdiği şefkatle ve ihtimamla gezegene bakmak, korumaya ve geliştirmeye çalışmak… Emet Değirmenci ile yapılan bu söyleşide; yaşam savunuculuğuna adanmış bir perspektiften ve zengin deneyimlerden, hem yerel hem farklı ülkelerdeki ekolojik hareketler üzerine çok şey öğrenirken kavramlar üzerinde de düşünmeye başlıyoruz. “Eko-feminizm”, benim için bunlardan biri. Değerli emeklerin için teşekkürler Emet Değirmenci, iyi ki varsın!

  7. Ellerine sağlık. Barış çalışmalarını bilimsel anlamda dönüşüm süreci ile birleştirdiğimiz Wuppertal’da kurulan Barış Bahçesine değerli katkılarından dolayı ayrıca teşekkür ederiz. Kadınların kendi kimlikleri ile Barış sağlamaları için verdiğin emeklerin de filizleniyor. Bu birikimini yeni jenerasyonlara aktarırken sana başarılar diliyoruz.

Leave A Reply