insanlığın tarihsel süreç içinde sürekli dönüşüyor, gelişiyor olmasına rağmen; insanlaşma sürecine dair o en temel sorunu hala ortada duruyor…Yani günümüz insanının ‘insanlaşma’ sürecinde ileride mi yoksa geride mi yer aldığı konusu?..
Burada hemen iki soru akla geliyor: birincisi ‘insan olmak’, ‘insanlaşmak’ bunun kriterleri nelerdir? İkincisi ilkelliğin veya medeniyetin ölçütleri nelerdir?
Günümüzde ‘insanlaşma’ sürecinde ilerlemenin ölçütlerinin ‘Üretim’ ve ‘tüketim’ üzerinden belirlenmesi sorunlu bir alandır. Çünkü bunun ardından ‘ne uğruna’ ‘hangi bedeli ödeyerek’ sorusu gelmektedir ki ‘tüketebildiği ölçüde değerli’ sayılan günümüz insanı açısından düşünüldüğünde, bu değer kayması ‘insanlığın insanlaşma sürecinde’ ciddi bir krize yol açmaktadır.
Değer ölçütü, bir kez ‘ne kadar tüketim yapıldığı’ üzerinden belirlenmeye başladığında, bunun sadece ‘mal ve hizmet’ tüketimiyle sınırlı kalan boyutunda bile, o mal ve hizmetlere, birilerinin emeğine rağmen ve artı değere el koyma yoluyla, sömürülerek ulaşılabileceğinden, daha başlangıçta en ufak bir irdelemede bile durum sorunlu hale gelmektedir…
Dünyanın yüzde 80’inin kaderi, daha çok tüketme imkanı olan ve tüketebildiği ölçüde değer gören yüzde 20’lik azınlığın keyfine göre belirlenmektedir; Dünyanın geriye kalan büyük çoğunluğu ve buna tabiatın kendisi de eklendiğinde, tüm canlılar alemi yüzde 20’lik bu azınlığın keyfini sürmesini sağlayacak bir düzen için yaşamaktadırlar.
Bugünün toplumu biraz da kapitalist sisteminin ürettiği değerlerin cazibesine kapılarak, gerçek insanlaşma sürecinin ne olduğunu anlamakta zorluk çekmektedir… Bu kaçınılmaz bir süreçtir… Sürekli eksilerek, tükenerek yok olan insanlık dibe vurduğunda ancak -yokluğunda değeri artan şeyler gibi- insanlığına yabancılaştıkça ve uzaklaştıkça bu yoksunlaşmanın yarattığı değersizleşme bunalımını çok daha derinden yaşayacaktır.
‘Ben’ ve ‘benim’ üzerinden üretilen bu derece bencilce bir değerler sistemi söz konusu iken ve bunun öğretisi ve yaygınlaştırılması sistemin olmazsa olmaz koşulları arasında yer alırken, ‘insan olmak’, ‘dayanışma içinde ve insanca yaşamak’ felsefesinden yola çıkılarak bir evrensel değerler sistemi oluşturmak ve bunu hayata geçirmek kapitalist sistem koşullarında mümkün görünmemektedir.
‘Rambo’ misali kahramanlar ya da ‘ideal hayat perspektifleri’ sunarak, bu hayalin ardından milyonlarca insanı koşturabilmesi; hatta bazen bunu insanlara ellerindekini kaybetme riskiyle yaptırabilmesi; yaşanan tüm hayal kırıklıkları ve yıkımlardan sonra bile insanlara yeniden umut aşılayabilmesi ve hayallerini canlı tutabilmesi; en önemlisi kendisine her daim hizmet edebilecek, özgür iradeleriyle emeklerini satan modern köleler yaratabilmesi, işte bu kapitalizmin mucizesidir…
Sahip olmayı değil sahip olma ihtimalini sevdirmek… Bir hayalin peşinden hiç bıkmadan, yılmadan, usanmadan koşturabilmek insanları…
Sadece yüzde 20 insanın varlıklı olduğu yüzde 80’ninse mülksüz yaşadığı bir dünyada, bütün insanlığı, bir gün mülkü olan o azınlığın içinde yer alabileceği ihtimaline inandırmak ve bu şekilde mülkiyet sistemini meşrulaştırmayı başarmak yine kapitalizme özgüdür.
İnsanlaşmak bambaşka bir şeydir oysa; asla kapitalizmle bağdaşmayacak bir şeydir…
insanın tüm esaretlerinden ve zincirlerinden kurtulduğu, beyniyle, bedeniyle, ruhuyla tamamen özgür olduğu bir süreçtir insanlaşmak…
İNSAN İNSAN OLDU MU?
“Bu dünyada bir dev var.
Bu devin öyle kolları var ki, hiç güçlük çekmeden bir lokomotifi kaldırabilir.
Bu devin öyle ayakları var ki, günde binlerce kilometre koşabilir.
Bu devin öyle kanatları var ki, bulutlar üzerinde, kuşların çıkamadığı yüksekliklerde uçabilir.
Bu devin öyle yüzgeçleri var ki, su altında balıklardan daha iyi yüzebilir.
Bu devin öyle gözleri var ki, görülmeyenleri görür, başka bir kıtada konuşulanları işitir.
Bu dev o kadar güçlüdür ki, dağları delip geçer ve doludizgin akıp giden suları durdurur.
Bu dev, yeryüzünü istediği gibi değiştirir, ormanlar diker, denizleri birleştirir, çölleri sular.
Kimdir bu dev?
Bu dev insandır.
M. İLİN – E. SEGAL
M. İlin – E. Segal’in severek ve çok şey öğrenerek okuduğum ‘İnsan nasıl insan oldu’ kitabının girişinde yer alıyor bu yazı… Gerçekten, dünyanın devasa büyüklüğü içinde nokta kadar küçük kalan insanın hayatta kalabilmek için verdiği mücadeleyi, yaşadığı dünyaya uyum sağlama, onu değiştirme, dönüştürme ve sonunda kontrolü altına alarak efendisi olma sürecini, roman tadında akıcı bir üslupla ve bilimsellikten kopmadan anlatıyor İlin ve Segal bu eserlerinde…
İnsanın medeniyet yolunda ilerlemesine kimsenin bir itirazı olamaz… Yani insanlığın dünyada var olmaya başladığı andan itibaren biriktirdiği bilgiye, teknolojiye, dünyayı en ilkel halinden dönüştürerek devletler, şehirler, medeniyetler kurmasına; tüm bunların bir insanlık mucizesi olduğuna kimsenin itirazı olamaz… Üretme, tasarlama ve dönüştürme yeteneğinin insanı diğer canlılardan farklı kılmasına, yüceltmesine, hatta İlin ve Segal’in de ifade ettiği gibi devleştirmesine…
Benim buradaki kaygım, insanlığın tarihsel süreç içinde sürekli dönüşüyor, gelişiyor olmasına rağmen; yani kölelik dönemindeki ‘köle’ konumundan feodalizmdeki ‘serf’ konumuna, serflikten kapitalizmdeki ‘birey’ ya da ‘vatandaş’ konumuna geçişte ‘insanlık konumunun’ sürekli olarak gelişiyor, bir ileri aşamaya geçiyor olmasına rağmen, insanlaşma sürecine dair o en temel sorunun hala ortada duruyor olması…
Yani günümüz insanının ‘insanlaşma’ sürecinde ileride mi yoksa geride mi yer aldığı konusu?..
Burada hemen iki soru akla geliyor: birincisi ‘insan olmak’, ‘insanlaşmak’ bunun kriterleri nelerdir, bunu kim belirleyecektir? İkincisi ilkelliğin ve medeniyetin ölçütleri neler olacaktır?
Hele medeniyet kavramının günümüzün yaygın kullanımındaki ‘ideolojik boyutu’ düşünüldüğünde… Modernleşme’yi tartışmasız iyi kabul etmenin kendisi de zaten sorunlu bir alan değil midir?
Eski çağın avcılık, toplayıcılık yaparak hayatını idame ettiren, bütün ihtiyaçlarını doğal yollardan sağlayan ve doğayla iç içe, barışık yaşayan ‘ilkel’ insanının, günümüz ‘modern’ insanından daha az mutlu olduğunu ya da yaşamdan daha az zevk aldığını söylemek mümkün müdür… İnsanın daha çok tüketebileceği şeylerinin olması; ihtiyaçlarını karşılayacak daha gelişmiş daha işlevsel araçlarının olması, bazı şeyleri eskisinden daha kolay ve hızlı yapabiliyor olması onun ilkel insandan daha doyumlu ve daha kaliteli bir yaşam sürdürdüğünün kanıtı olabilir mi?
‘İnsanlık statüsünün’ -bir mal gibi alınıp satılan- ‘köle’ konumundan bugün
-bir takım hak ve özgürlükleri olan- ‘birey’ konumuna ulaşana kadar aldığı yol düşünülürse, insanlığın ileri yönlü bir evrim geçirdiği doğrudur; çünkü olay haklar ve özgürlükler meselesidir ve her yeni kategoride insanın ‘insanlık statüsünden kaynaklanan’ hak ve özgürlüklerinde bir artma, bir genişleme olmuştur, bu anlamda ilerleme olduğu bir gerçektir…
Ama sıra, insan olmanın, ‘insanlaşma’ sürecinde ilerlemenin ölçütlerinin ‘Üretim’ ve ‘tüketim’ üzerinden belirlenmesi konusuna geldiğinde olay sorunlu hale dönüşmektedir. Çünkü bunun ardından ‘ne uğruna’ ‘hangi bedeli ödeyerek’ sorusu gelmektedir ki ‘tüketebildiği ölçüde değerli’ sayılan günümüz insanı açısından düşünüldüğünde, bu değer kayması ‘insanlığın insanlaşma sürecinde’ ciddi bir krize yol açmaktadır…
Modern insanın ‘insanlaşma çıtası’ gittikçe düşmektedir…
Değer ölçütü, bir kez ‘ne kadar tüketim yapıldığı’ üzerinden belirlenmeye başladığında, bunun sadece ‘mal ve hizmet’ tüketimiyle sınırlı kalan boyutunda bile, o mal ve hizmetlere, birilerinin emeğine rağmen ve artı değere el koyma yoluyla, sömürülerek ulaşılabileceğinden, daha başlangıçta en ufak bir irdelemede bile durum sorunlu hale gelmektedir. Hele çılgınca tüketimin pompalandığı günümüz toplumunda, sadece emeğin değil, yaşadığımız çevrenin, soluduğumuz havanın, yediklerimizi, içtiklerimizi temin ettiğimiz doğanın ve diğer tüm canlı türlerinin yaşam alanlarının yok edilmesi, kaybedilmesi de bir toplumsal maliyet olarak düşünüldüğünde, ödenen bedelin büyüklüğü apaçık ortadadır…
Dünya elimizden kayıp gitmektedir; hem de bir avuç ayrıcalıklı azınlığın daha çok tüketebilmesi, daha çok şeye sahip olabilmesi adına…
Dünyanın yüzde 80’inin kaderi, daha çok tüketme imkanı olan ve tüketebildiği ölçüde değer gören yüzde 20’lik azınlığın keyfine göre belirlenmektedir; Dünyanın geriye kalan büyük çoğunluğu ve buna tabiatın kendisi de eklendiğinde, tüm canlılar alemi yüzde 20’lik bu azınlığın keyfini sürmesini sağlayacak bir düzen için yaşamaktadırlar. Üstelik bu azınlık garip bir aymazlık içinde, kendi keyfi ve refahı bozulmadığı sürece, etrafında olup bitenlerden, dünyanın geri kalanının yoksulluğundan, yoksunluğundan ve dünyada oluşan tahribat ve kirlilikten hiç bir şekilde kendini sorumlu tutmamaktadır…
Aslında içinde yaşadığı akvaryumu bitirirken insanlık kendini de bitirmektedir; Kullanışlı, işini kolaylaştırabileceği, işlevsel, konforlu, yüksek bedelli, paha biçilmez bir çok şeye sahip olmak, içinde bulunduğu akvaryum soluk alınamaz ve yaşanamaz hale geldiğinde insanın ne işine yarayacaktır, bu bilinç kapitalist bireyde tam gelişmemiştir. Ya da bu konudaki sorumluluğu üstlenecek kadar yaşamsal bir risk henüz herkes için geçerli değildir…
Kapitalist sistemde tabiata rağmen, insana rağmen, hatta sistemin kendisine rağmen koşullarını sürdürebilen aykırı bir süreç işlemektedir. Sermayenin bencilce, doyumsuzca biraz da ayakta kalma güdüsüyle yeniden ve yeniden genişleyerek üretilmesi bir açıdan yaşayabilmesinin ve rakiplerine rağmen ayakta kalabilmesinin zorunlu koşuludur. Bu soluksuz rekabet sürerken tüketilen, yok edilen, tahrip edilen, kirletilen doğanın faturasını sistem ne yazık ki topluma ödetmektedir.
Sermaye, maliyetleri düşürmek, karı arttırmak amacıyla ucuz enerji kaynakları bulur, onları yerin altından çıkartır, işler, kullanışlı hale getirir, gerekirse santraller, reaktörler kurar; çevreye zarar veren, zehirli, tahrip edici, yok edici bu yatırımların bedelini topluma ödetir.
Daha büyük ölçekte daha yoğun üretim yapmanın yollarını bulur, devasa yatırımlar, fabrikalar kurar, başı göğe değen bacalar tüttürür; havayı kirletir, kimyasal atıklarıyla denizlerimizde, göllerimizde, nehirlerimizde yaşam alanlarını yok eder, bunu da tekrar topluma ödetir.
Sonuçta fayda/maliyet analizi yaptığımızda, tüm bu ilerleme olarak sunulan gelişmelerin görünürde kazanım olarak haneye yazılan kısımlarının bile arka planına baktığımızda çok büyük sosyal maliyetler görülür ve bu da yine topluma ödetilir…
İnsanlık tarihi, üretim ilişkileriyle belirlenebilse bile, insanı asıl insan yapan şey üretme ve tüketme niteliğine sahip olmaktan öte, daha özel bir şey olmalıdır bana göre…
Bugünün toplumu biraz da kapitalist sisteminin ürettiği değerlerin cazibesine kapılarak, gerçek insanlaşma sürecinin ne olduğunu anlamakta zorluk çekmektedir… Bu kaçınılmaz bir süreçtir… Sürekli eksilerek, tükenerek yok olan insanlık dibe vurduğunda ancak -yokluğunda değeri artan şeyler gibi- insanlığına yabancılaştıkça ve uzaklaştıkça bu yoksunlaşmanın yarattığı değersizleşme bunalımını çok daha derinden yaşayacaktır.
İşte o zaman insanlık durumumuz, bizi insanlaştıran değerler bütünü, bugünkünden çok daha yaşamsal ve çok daha öncelikli olacaktır…
Ama asla kapitalist sistem var olduğu sürece değill!!!
Çünkü insanlaşma sürecinde ‘bizi bir adım ileri götürme’ yeteneğinden bile yoksun sayılabilecek kadar bencil ve güdük bir sistemdir kapitalizm.
‘Ben’ ve ‘benim’ üzerinden üretilen bu derece bencilce bir değerler sistemi söz konusu iken ve bunun öğretisi ve yaygınlaştırılması sistemin olmazsa olmaz koşulları arasında yer alırken, ‘insan olmak’, ‘dayanışma içinde ve insanca yaşamak’ felsefesinden yola çıkılarak bir evrensel değerler sistemi oluşturmak ve bunu hayata geçirmek kapitalist sistem koşullarında mümkün görünmemektedir.
İnsanın yeniden insanlaşması, kendine olan saygı ve sevgiyi yeniden kazanması, emeğine, bedenine olan yabancılaşmadan kurtulması ve yeniden bir bütün haline gelebilmesi için mutlaka ve mutlaka kapitalizmden kurtulması gerekmektedir.
Vicdanlı olmak; sevgi dolu saygı dolu olmak; çevreye, insanlara, bütün canlı türlerine aynı mesafede durmak; duyarlı olmak; bu anlamda yerdeki karıncanın bile yaşam hakkına saygı duymak; birlikte barış içinde, kardeşçesine, paylaşarak, bölüşerek yaşamak; kendi payımıza düşeni gözetirken diğerinin payına düşeni de kollamak; haksızlık veya adaletsizlik karşısında yalnız kendi haklarımız ve haklılığımız için değil, tüm insan hakları ve haklılığı için mücadele etmek ve bu anlayış çerçevesinde yer alan bir hayat felsefesinde asgari müşterekte birleşebilmektir insanlık…
Kapitalizmse insani bir sistem değildir; bunun her fırsatta deşifre edilmesi gerekmektedir… Kapitalizmin vicdanımızın ve insanlığımızın önüne çektiği perde ortadan kalkmadığı sürece, onun o sahte imaj ve maskelerle örttüğü gerçek yüzü açığa çıkartılmadığı sürece; ölü-sevici, yok edici, meta-tapıcı, kan emici, insan yiyici çirkin yüzlerinden herhangi birisine, istemeden de olsa herhangi birimizin bir gün kapılıp gitmemesi mümkün değildir.
Kapitalizmin her şeye rağmen kendisini cazip kılabildiği bir takım ideolojik aygıtları bulunmaktadır. Bu ideolojik aygıtlar sayesinde kendi anlayışına ve çıkarlarına uygun değerler sistemini oluşturabilmektedir. Eğitim kurumları, inanç sistemleri, din, ahlak, geleneksel kurumlar, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, yazılı ve sözlü basın, medya, sanatsal oluşumlar, hatta devletin kendisi bile kapitalizmin bu konuda başvurduğu ideolojik aygıtlar içinde yer almaktadır.
‘Rambo’ misali kahramanlar ya da ‘ideal hayat perspektifleri’ sunarak, bu hayalin ardından milyonlarca insanı koşturabilmesi; hatta bazen bunu insanlara ellerindekini kaybetme riskiyle yaptırabilmesi; yaşanan tüm hayal kırıklıkları ve yıkımlardan sonra bile insanlara yeniden umut aşılayabilmesi ve hayallerini canlı tutabilmesi; en önemlisi kendisine her daim hizmet edebilecek, özgür iradeleriyle emeklerini satan modern köleler yaratabilmesi, işte bu kapitalizmin mucizesidir…
Sahip olmayı değil sahip olma ihtimalini sevdirmek… Bir hayalin peşinden hiç bıkmadan, yılmadan, usanmadan koşturabilmek insanları…
Sadece yüzde 20 insanın varlıklı olduğu yüzde 80’ninse mülksüz yaşadığı bir dünyada, bütün insanlığı bir gün mülkü olan o azınlığın içinde yer alabileceği ihtimaline inandırmak ve bu şekilde mülkiyet sistemini meşrulaştırmayı başarmak yine kapitalizme özgüdür.
İnsanlığı bu derece ‘kendisi için sınıf’ olma bilincinden kopartarak
‘kendinden koyunlar’ haline dönüştürebilmek yine kapitalizmin özelliğidir.
Locke’un “ahlak” olarak tanımladığı ‘kendi bedenine sahip olma hakkı’nı yine kendi iradesi ile sermayeye devrettiği halde bunu özgürlük olarak kabul ederek bununla övünebilen ve yalnızca kendi vatandaşlarını değil tüm dünya halklarını da aynı yöntemlerle sömürebilen en gelişmiş sistem yine kapitalizmdir…
İnsanlaşmak bambaşka bir şeydir oysa; asla kapitalizmle bağdaşmayacak bir şeydir…
insanın tüm esaretlerinden ve zincirlerinden kurtulduğu, beyniyle, bedeniyle, ruhuyla tamamen özgür olduğu bir süreçtir insanlaşmak…
Bunun dışında, varmış gibi görünen bütün hak ve özgürlüklerin hepsi bir yanılsamadır: Parası olmayan bir çocuğa ‘ekmek almakta özgürsün’ demek gibi… Karnını zorla doyurabilen bir babaya ‘çocuğunu en iyi okullara göndermekte özgürsün’ demek gibi; daha bir barakası bile olamayan bir insana ‘istersen Boğazdan bir villa satın alabilmekte özgürsün’ demek gibi…
Her şey bir yanılsamadır…
İnsan ‘insan oldu mu’ gerçekten…
____________
İÜ’de Yrd. Doç. Dr / Kasım 2008 https://acikgazete.com/nsan-insan-oldu-mu/