Reha Alpay ile Söyleşi; “Önümüzdeki on yıl her şeyi belirleyecek!”

0

Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi “Türkiye’de Koronavirüs Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşileri Reha Alpay ile devam ediyor;

“Artık tutarlı bir muhalefet için yalnız kapitalizmi hedef göstermek yetmiyor; devleti ve onun önceli olan patriarkayı ve diğer tahakküm biçimlerini hedef almadan yapılan bir muhalefet başarıya ulaşamaz. Tüm tahakküm biçimlerini ortadan kaldırmayı amaçlayan güçlü bir hareket yaratmadan hiç bir tahakküm biçiminden kurtulmak mümkün değil. İçinden geçtiğimiz dönüşüm sürecinden insanlığın iklim kaosu sonucu yok olması ya da otoriter devletlere veya eko-faşizme mahkum olmak dışında bir seçenekle çıkmak istiyorsak bu bilinçle yeni bir mücadele hattı örmek durumundayız. Bu konuda herkese görev düşüyor ve ne yazık ki önümüzdeki on yıl her şeyi belirleyecek gibi görünüyor. Dolayısıyla bu konuda çabalamak için çok da fazla zamanımız yok.”

“Bu yıkımı durdurmanın yolu esasen doğrudan demokrasiye dayanan özgürlükçü ekolojik bir toplum için örgütlenmekten geçiyor. Bu başlangıçta yerel halk meclisleri temelinde olur. Giderek de bunlar konfederasyon ağları olarak örgütlenir. Ama bu yapıların örgütlenmesi çevreci bilinci aşmayı ve desentralize olmuş (ademimerkeziyetçi ya da merkezsiz) bir topluma yönelmeyi gerektiriyor.”

[Kapak foto: Ya Kanal Ya İstanbul /Küçük Çekmece/ 12 Temmuz 2020]

Söyleşi: İsmail Akyıldız / 23 Temmuz 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi

Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?

Çevreciliğin geçmişi 19. yüzyıla kadar geriye gidiyor. Batıda kentlerdeki yeşil alanları ve yaban hayatı korumaya yönelik çabalar ve bu yönde hareketler o dönemlerde başlıyor. Ekolojinin bir bilim dalı olarak belirlenmesi de o kadar eski. Ancak ekolojinin doğaya bütünlükçü bir bakışla çevre sorunlarına müdahale edilmesi olarak algılanması nükleer karşıtı hareketlerle 1950’lerde başlamış. Bunu yiyeceklerdeki kimyasal zehirlere karşı bilinçlenme izlemiş. 1962’de Rachel Carson’ın “Sessiz Bahar” adlı çevreci kitabı yayımlanmadan 6 ay önce Murray Bookchin “Sentetik Çevremiz” adlı kitabında çevre sorunlarına ekolojik bir yaklaşım getirdi. İzleyen yıllarda Bookchin ve arkadaşları toplumsal ekoloji düşüncesini geliştirdiler ve 1974 yılında ABD’nin Vermont eyaletinde Toplumsal Ekoloji Enstitüsünü kurdular. Bu süreçte sol düşünce ekolojik bakış açısıyla buluşmuş oldu. Toplumsal ekoloji insanın doğa üzerinde tahakküm kurma düşüncesinin çevre sorunlarına ve ekolojik yıkıma yol açtığını ve bunun insanın insan üzerinde kurduğu tahakkümden kaynaklandığı tezini savunur. Toplumsal hiyerarşileri temel sorun olarak görür; çözümün sınıf, devlet, patriarka, ırkçılık, milliyetçilik gibi tüm tahakküm biçimlerinin bütün olarak ortadan kaldırılmasında ve doğrudan demokrasiye dayanan özgürlükçü ekolojik bir toplumun kurulmasında olduğunu ileri sürer. O yıllarda ABD’de ve Avrupa’da nükleer santrallere ve füzelere karşı hareketler yükselişe geçti. 1990’lara gelindiğinde yiyeceklerdeki zehirlerden ve GDO’lardan, zehirli atık alanları üzerine kurulan okullara ve küresel ısınmaya kadar bir çok ekolojik sorun gündeme getirildi.

Ülkemizde ise çevre hareketleri 1980’lerde başladı diyebiliriz. İnsanı merkeze koyup onun etrafındaki çevreyi savunmanın ötesine geçen ekolojik bir bilinç ise ancak 1990’larda gelişmeye başladı. Başlangıçta ortaya çıkan farklı eğilimler arasında derin ekolojiyle ulusalcılığı birleştiren bir eğilim dahi vardı. Ancak gerek nükleer karşıtı gerek madencilik karşıtı hareketler zaman içinde olgunlaştı ve ekolojik yaklaşımlar netleşti. 2000’lerde özellikle HES karşıtı hareketlerin yükselişiyle büyük bir birikimin oluştuğunu saptamak gerek. Nitekim Gezi direnişiyle bu doruk noktasına vardı.

Ancak burada bir çok hareketin ve politik grubun çevreci bir bilincin ötesine geçip ekolojik bir bakışı henüz benimsemediğini ya da böyle bir bilince ulaşmadığını da saptamak gerekiyor. Sanıyorum ekolojik sorunlar derinleştikçe bu zaman içinde gerçekleşecek.

Koronavirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/oynar mı? Salgın hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşullarin avantaj ve dezavantajları nelerdir?

Mevcut krizle ilgili yazdığım bir yazıda bunu şöyle değerlendirmiştim:

“Dolayısıyla ekolojik krizi aşabilecek tek seçenek yerel doğrudan demokrasiye dayanan halk örgütlenmelerinin insiyatifi ele almaları ve devleti ortadan kaldıracak bir özyönetim modelini inşa etmeleridir.(4) İçinde olduğumuz kriz bazı yönlerden bu seçeneğin güçlenmesi yönünde olanaklar yaratıyor. Öncelikle bu ve benzeri salgınların ekolojik yıkımın bir sonucu olduğu anlatıldıkça ekolojik bilincin yaygınlaşması için bir fırsat bu. Devletlerin izledikleri politikalar, merkezi örgütlenmelerin bazı avantajları olsa da kriz koşullarında daha çok kendilerini korumaya çalıştıklarını, halkın yaşama hakkını çok da önemsemediklerini ortaya koyuyor. Bu geniş yığınlara anlatılabilirse onların kendi örgütlenmelerini yaratmaları için itici bir güç olabilir. Belki daha önemlisi krizle birlikte ortaya çıkan yerel dayanışma ağları, sıradan yurttaşların kendi gücünü kavraması ve kendi sorunlarına kendilerinin çözüm bulabileceği yönünde bir bilincin yayılmasında önemli bir etken olabilir.” (https://ekoloji.org/te-grubu-hakkinda-2/29-genel/132-koronavirus-ve-tetikledigi-krizler)

Buna internetin sağladığı olanakların daha fazla değerlendirilmesini de ekleyebiliriz. Öte yanda toplumsal mesafe koyma gereğinin yol açtığı dezavantajlar da var tabii.

Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?

Türkiye iklim kaosunun en etkili olarak yaşanacağı bölgelerden birinde yer alıyor. Sıcak hava dalgalarından ve Afrika’dan gelen tozlardan giderek daha fazla etkileneceğiz. Bir yanda çöller oluşurken öte yanda hortumlar ve sel felaketleri de giderek sıklaşacak. Kentlerde içecek su sorunu ortaya çıkarken, tarımsal üretim de düşecek. Ne yazık ki Avrupa’ya yakınlığından ötürü 2002’den bu yana Türkiye’ye bir çok sermaye yatırımı yapıldı. Çimento gibi Avrupa’nın en kirli sanayileri Türkiye’ye taşındı. Bunların ortaya çıkardığı enerji ihtiyacı gerektiğinden de fazla enerji yatırımına yol açtı. Dere sularının yandaş sermayenin tekeline sunulması gibi uygulamalar yaygınlaştı. Kalkınmacı ekonomik yaklaşımlar doğal yaşamı ve tarımı gözardı edip her yerin madenciliğe açılmasına yol açtı. Yapılmakta olan Akkuyu ve diğer planlanan nükleer santraller, Kanal İstanbul gibi mega projeler tamamlanırsa yeni ekolojik yıkım alanları yaratılmış ve mevcut risklere yeni felaket riskleri eklenmiş olacak. Sonuçta küresel boyuttaki ekolojik yıkımdan dünyada en çok etkilenen ülkelerden biriyiz. Bu ülkenin ekolojik sorunları o denli çok ve derin ki bir öncelik sıralaması yapmaya olanak yok.

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?

Ekoloji hareketi bir yandan farklı kesimlerden yeni katılımlarla güçlenirken bir yandan da daha tutarlı bir perspektif geliştirme sorunu yaşıyor. Yeni katılımlar gerek sıradan köylüler ya da yurttaşlar olsun gerek sosyalist mücadeleden gelen insanlar olsun genellikle başlangıçta yalnız çevreci bir bilinçle sınırlı kalıyor. İnsanlar mücadele içine girdikçe zamanla ekolojik bir anlayışı benimsiyor. Oysa ekoloji mücadelesi daha ileri hedeflere ulaşabilmek için çözümlere daha fazla kafa yormak ve yeni perspektifler geliştirmek durumunda aynı zamanda. Bir de sürekli olarak yeni ekolojik yıkım projeleriyle karşı karşıyayız. Savunma konumundan çıkıp da yapıcı muhalefet geliştirmeye fırsat olmuyor. Dolayısıyla bir yandan savunmada kalırken öte yanda da yeni katılanların ekolojik bakışını geliştirmeye çalışırken, aynı zamanda alternatif toplum tahayyüllerini tartışmak ve bunları geniş yığınlara anlatmak gerekiyor. Çünkü sonuçta mevcut tahakküm biçimleri ortadan kalkmadan ekolojik yıkım projeleri de bitmeyecek. Bu yıkımı durdurmanın yolu esasen doğrudan demokrasiye dayanan özgürlükçü ekolojik bir toplum için örgütlenmekten geçiyor. Bu başlangıçta yerel halk meclisleri temelinde olur. Giderek de bunlar konfederasyon ağları olarak örgütlenir. Ama bu yapıların örgütlenmesi çevreci bilinci aşmayı ve desentralize olmuş (ademimerkeziyetçi ya da merkezsiz) bir topluma yönelmeyi gerektiriyor. Ya da insanmerkezci bakış açısının tümüyle aşılmasını ve biyoçeşitliliği öne koyan bir perspektifin benimsenmesini gerektiriyor. Bu arada doğaya tabi olmayı (boyun eğmeyi) savunan mistik anlayışlardan da kaçınmak gerek tabii. Başka bir deyişle doğaya hakim olma düşüncesiyle yaratılmış olan megalopolislerden vaz geçip gerçekten kültür ve uygarlık merkezi olacak, insani ölçekte küçük kentler yaratacak bir topluma geçişin yolunu bulmamız gerekiyor.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Bu söyleşi fırsatını yaratan Yeşil Direniş’e teşekkür etmek istiyorum.

Bu vesileyle uzun süredir kafa yorduğum bir konuya da değinmekte yarar var sanıyorum. Günümüzde insanlık tarihsel bir dönüşüm sürecinden geçiyor. 200 yıllık Batı merkezli modernleşme süreci sonuna varıyor. Onun yerine dünyanın farklı yerlerinde farklı modernleşmelere tanık oluyoruz, Çin ve Hindistan modernleşmeleri gibi. Avrupa-merkezci anlayışlar iflas ediyor, tüm dünyanın Avrupa’ya benzer bir kapitalistleşme ve liberalleşme sürecinden geçeceği düşüncesi artık bir kenara atılmış durumda. Ancak bu dönüşüm sürecinin nereye varacağı henüz belli değil. Daha önceki gibi yaşamın her alanının devlet tarafından sıkı bir şekilde denetlendiği bir topluma dönüş tehlikesi de var. Gerek sol hareketler gerek ekoloji hareketleri bu konuyu detaylı bir şekilde değerlendirmek ve ileriye dönük perspektifler geliştirmek durumunda. Artık tutarlı bir muhalefet için yalnız kapitalizmi hedef göstermek yetmiyor; devleti ve onun önceli olan patriarkayı ve diğer tahakküm biçimlerini hedef almadan yapılan bir muhalefet başarıya ulaşamaz. Tüm tahakküm biçimlerini ortadan kaldırmayı amaçlayan güçlü bir hareket yaratmadan hiç bir tahakküm biçiminden kurtulmak mümkün değil. İçinden geçtiğimiz dönüşüm sürecinden insanlığın iklim kaosu sonucu yok olması ya da otoriter devletlere veya eko-faşizme mahkum olmak dışında bir seçenekle çıkmak istiyorsak bu bilinçle yeni bir mücadele hattı örmek durumundayız. Bu konuda herkese görev düşüyor ve ne yazık ki önümüzdeki on yıl her şeyi belirleyecek gibi görünüyor. Dolayısıyla bu konuda çabalamak için çok da fazla zamanımız yok.

Kendinizi kisaca tanitabilir misiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?

1980’lerin sonlarından itibaren sosyalistler arasındaki yeni açılım tartışmalarıyla çevre bilinci edindim. 1990’ların başlarında yeşil ve eko-sosyalist düşüncelerle ilgilendim. 1994’te toplumsal ekoloji düşüncesiyle tanıştım. 1995 başında daha önce çevre hareketlerinde yer almış bir grup aktivist olarak bütünlükçü bir ekolojik yaklaşım geliştirmek amacıyla İstanbul Sosyal Ekoloji Grubunu(İSEG) kurduk. 2 yıl boyunca nükleer karşıtı ve diğer konularda İstanbul’da kampanyalar yürüttük, konferanslar düzenledik. İzleyen yıllarda Avustralya’nın Melbourne kentinde Friends of the Earth’ü ve Eurogold/Normandy madencilik şirketine karşı kampanya yürüten SOS Bergama Grubunu destekledim.

2000 yılında Ankara’daki toplumsal ekoloji okuma ve tartışma grubu ile İSEG’i birleştirerek Toplumsal Ekoloji Grubunu oluşturduk. 2001’de Toplumsal Ekoloji(TE) dergisini yayımlamaya başladık. Aynı yıl Türkiye’nin ilk ekoloji web sitesi olan ekoloji.org‘u yayına soktuk. 2001-2007 arasında TE’nin 6 sayısı ve daha sonra da Özgür Üniversite Forum dergisi için farklı konuları işleyen yazılar yazdım. Ayrıca 2004-2008 yılları arasında Sidney, Avustralya’da yayımlanan haftalık Dünya gazetesine köşe yazıları yazarak ekolojik bilinci yaymaya çalıştım. O yıllardan bu yana da yaşadığım tüm kentlerde ekoloji hareketlerini ve özgürlükçü grupları destekledim ve desteklemeye devam ediyorum.

Paylaş.

Yazar Hakkında

Bir Yorum Bırakın