Dr. Ahmet Soysal ile Söyleşi; “Yeşil partiler çok uluslu sanayi ve maden şirketleriyle içli-dışlılar!”

1

Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi “Türkiye’de Koronavirüs Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşileri Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı emekli öğretim üyesi Dr. Ahmet Soysal ile devam ediyor. Dr. Ahmet Soysal 1985 yılından bu yana ekoloji hareketinin içinde aktif olarak yer aldığını görüyoruz; Sağlıkçı, akademisyen ve aktivist kimliğiyle. Soysal, 1989 tarihinde Aliağa yürüyüşünün zaferinden, Pamukkale’nin kurtarılmasına; termik santraller gerçeğinin çarpıcı yalınlıkta bir değerlendirmesinden Avrupa Yeşilleri’nin Türkiye Yeşilleri üzerine olumsuz etkilerine; Gezi ve Kazdağları direnişi ile ekoloji hareketin yükselen dinamizmi, coşkusu ve pek çok başka konuda önemli saptamalarda bulunuyor.

“Bu sistemin içinde kalarak bu sistemin yapısı gereği yarattığı bu krizi çözemeyiz. Merkez kapitalist ülkelerdeki yeşil hareketler başarılı gibi görünüyor. Ancak onlar zengin ülkelerde basit çevrecilik yapıyorlar. Havalarını, sularını, topraklarını temiz tutuyorlar. Fakat küresel boyutta başta küresel iklim krizinin çözümü gibi konularda ciddi adım atmıyorlar. Atsalar karşılarına kapitalist sistemin çıkacağını biliyorlar. Burada isim vermeyeyim ama Avrupa’da birçok ülkede yeşil partiler çok uluslu sanayi ve maden şirketleriyle içli-dışlılar… Bizim ülkemizde kurulan kömürlü termik santrallerin sermaye ilişkilerini izlerseniz yeşil partilerin de iktidar ortağı olduğu bazı Avrupa ülkelerine çıkar… merkez kapitalist ülkelerin çevre ülkeler üzerindeki fosil yakıt kullanımını teşvik edici politikalarını boşa çıkartmalıyız.”

Söyleşi: İsmail Akyıldız / 2 Ekim 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi

Kazdağları’nda Alomos Gold Şantiyesi Kapısında

Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?

Aslında bu sorunun evet veya hayır gibi basit bir yanıtı yok. Hemen hemen herkes özellikle benim de içinde yer aldığım 80’li yılların sonundaki İzmir’den başlayan çevre hareketlerini örnek göstererek yeşil/ekoloji hareketinin tarihsel birikiminden söz edebilir. Hatta bazı yeşil/ekolojist yazarlar 70’li yıllarda Dünya’da başlayan yeşil/ekolojist hareketlerin yaklaşık on yıl sonra ülkemizi de içine aldığını yazarlar. Bu iddianın doğruluğu yeşil/ekolojist harekete hangi pencereden baktığınıza göre değişir.

O dönemden bugüne ülkemizde yapılan tüm çevre/ekoloji hareketleri asıl sorunun köklerine inmeyen bence yüzeysel hareketlerdi. 80’li yılların sonunda gerek kömürlü termik santrallere gerekse diğer çevre sorunlarına karşı yürütülen hareketlere katılanların önemli bir kısmı o dönemle ilgili çeşitli kendini ifade etme sorunları ve günlük siyasi problemleri nedeniyle yeşil/ekolojist hareketin içinde yer almış insanlardı. İzmir Aliağa veya Muğla Yatağan’a, Kemerköy’e kömürlü termik santrallere karşı eyleme giderken bile önemli sayıda insan kömürün yakılması sonucu hangi çevre sorunlarının oluştuğundan, kapitalist sistemin enerji politikalarından, çevresel kaynakların nasıl sömürüldüğünden habersizdi. Daha kötüsü öğrenmek gibi bir çabaları da yoktu. Çevre sorunlarının temelinde ne olduğunu; bu sorunlara kimin, hangi sistemin neden olduğu birkaç küçük grup hariç; hiç tartışılmıyordu. Aslında bugün de çok tartışılmıyor. Bunun en büyük göstergesi Aliağa gerçeğidir. 1989’da 50-60 bin kişi İzmir’den Aliağa’ya yürüdü; Gencelli Kömürlü Termik Santrali yapılmasın, diye… Sonuçta santral yapılmadı ama sonra ne oldu? Bölgeye sonraki yıllarda çok sayıda demir-çelik tesisi, termik santraller, hatta yeni rafineriler ve petro kimya -tesisleri yapıldı. Üstelik Dokuz Eylül Üniversitesi Çevre Mühendisliği bölümünün ‘bu bölge için kaldırma kapasitesi dolmuştur; daha fazla havasını, toprağını kirletemezsiniz’ raporlarına rağmen yapıldı bu tesisler… Çok az sayıda; o da hepimizin tanıdığı gerçek çevreciler karşı durdu; onların da gücü yetmedi. Peki, o dönemde yürüyen binlerce kişi nereye gitti? Kendi köşelerine çekildiler, onların o dönem bu eylemlere katılmak için çevre/ekoloji dışında başka siyasi nedenleri vardı.  O nedenler bir şekilde ortadan kalkınca onlarda gerçek adreslerine döndüler.

Bir de bardağın dolu tarafına bakalım. 80’li yılların ikinci yarısında özellikle o dönemki Yeşiller Parti’sinin etkisi ile bazı tartışmalar oldu. Özellikle İzmir örgütünün etkisi ile çeşitli toplantılar yapıldı. İlk o dönem enerji politikaları, kentleşme ve çevre, doğal kaynakların sömürüsü, çevre ve kapitalizm tartışmaya açıldı. Yeşiller Partisi kapatıldıktan sonra SOS Akdeniz Derneğini kuran bir grup ekolojist o dönem Ağaçkakan diye bir dergi çıkarttılar 1992’den 2001’e kadar 38 sayı yayınlanan dergi bence ülkemizdeki ilk gerçek anlamda ekolojist dergidir. Tüm sayıları var bende ve bugün bu dergide yayınlanan birçok makale ülkemiz için halen güncel… Eğer bir birikimden söz edecek olursak 90’lı yıllarda bu dergi çevresinde yürütülen tartışmaları ortaya koymalıyız… Ayrıca bu dergi etrafında toplanan grubun yaptığı Pamukkale için ‘gitmeyelim, görmeyelim, beyaz kalsın’ eylemi hatırlanmalı… Bu eylemden sonra o dönemin hükümeti travertenlerin üzerindeki otelleri yıktı. Bugün o travertenleri beyaz görüyorsak o eylem sayesindedir.

O günden bugüne gelince geçmişteki çizginin de gerisindeyiz bugün… Hiçbir çevre/ekoloji sorununun temeline inemiyoruz. Mücadelelerimiz bölgesel nitelikli ve yüzeysel… Örnek vermek gerekirse termik santrallere, taş ocaklarına, altın madenlerine yaşadığımız bölgede varsa tepki gösteriyoruz. Tehlikeli bir gelişme bu; termik santral İzmir’de değil de Denizli’de yapılacaksa benim sorunum değil gibi bakıyoruz buna… Bu durum aslında Avrupalı Yeşillerden bulaştı; bize… Alman Yeşiller Partisinin içinde 80’li yıllarda kendilerini realistler olarak niteleyen grup gerçek ekolojistleri tasfiye edince gerçek yeşil/ekoljist hareket bitti. Avrupalı Yeşillerde artık düzen partileriyle çok samimi ve kendi ülkeleri için istemedikleri şeylerin diğer ülkelerde kurulmasına seslerini çıkartmıyorlar… Örnek vermek gerekirse bizim ülkemizde son yıllarda kurulan bazı kömürlü termik santraller Avrupa’dan sökülerek getirildi… Üstelik Yeşiller Partisinin ciddi siyasi güç olduğu ülkelerden… İkinci ana sorun ise yıllardır çevre/ekoloji krizinin altında yatan gerçek boyutu görmekten kaçınıyoruz. Çevre sorunlarını hangi sistemin yaratıyor? Enerji politikalarını kim dayatıyor? Çevresel kaynakları kim umarsızca tüketiyor? Suyumuza, toprağımıza kim el koyuyor? Herhalde sokaktaki insan değil… Şunu çok açık ve net olarak görmedikçe sorunların köküne inip çözmemiz imkânsız… Bugün yaşadığımız çevre krizinin altında çevresel kaynakları sürekli sömüren kapitalist sistem vardır ve bu sistemin içinde bu sorunları temelden çözmek imkânsızdır.  Sıkı çevresel kuralların olduğu kapitalist ülkelerde bu sorunlar daha az görünür oluyor. Ama bizim gibi kuralsız ülkelerde ise ekolojik kriz görünür hale geliyor. Sonuçta çevre/ekoloji krizi kapitalist sistemin yarattığı bir krizdir. Çözümü ise sınıfsal açıdan bakmakla başlar. Kapitalist sistemin bir sonucudur; yaşadığımız ekolojik kriz ve gerçek çözümü bu sistemin içnde mümkün değil…

1989’da Gencelli Kömürlü Termik Santrali yapılmasın diye İzmir’den Aliağa’ya yürüyen ve santralin yapılmasını önleyen 50-60 bin kişiden söz ettiniz; ekoloji hareketinino tarihten bu yana- bu eylemle kıyaslanacak başarıları oldu mu? Bugün direnişlerde bu rakamlara ulaşabilmek için neler yapılabilir?

Birçok kişi başlangıçta o kadar insanın çevre duyarlılığıyla yürüdüğünü düşünüyordu. Fakat gerçek bu değildi. O zamanki yerel iktidarı oluşturan SHP’li belediyeler yürüyüşe günlük siyasi ortam nedeniyle destek verdiler. O kalabalık o şekilde oluştu. Düşünün dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Aliağa-Gencelli eylemine destek verirken Konak Meydanının ortasına alış-veriş merkezi Galeria’yı dikmeye çalışıyordu. Üstelik Aliağa Gencelli eylemlerinde yan yana yürüdüğü insanların karşı duruşlarına rağmen bunu yapmaya çalıştı. Düşünün o kalabalığın nasıl toplandığını? Ondan sonra da Aliağa’ya çok sayıda kömürlü termik santral yapılmasına rağmen bırakın o kalabalığı 4-5 bin kişilik eylemler dahi olmadı. Aliağa’daki termik santrallerin ve sanayinin yarattığı hava kirliliğinden en çok etkilenen Karşıyakalılar bile daha sonra hiçbir Aliağa eylemine katılmadılar. Fakat bu ekoloji hareketinin başka başarıları olmadığı anlamına gelmez. Az ama bilinçli olarak ekolojik duyarlılığa sahip insanlar meslek odalarıyla birlikte hareket ederek bazı kazanımlar elde ettiler. Örnek vermek gerekirse bugün Pamukkale beyaz ise bu insanlara borçluyuz. ‘Gitmeyelim, görmeyelim, beyaz kalsın’ çağrısı tüm dünyada yankı buldu ve dönemin hükümeti Pamukkale’deki tüm otelleri yıkmak zorunda kaldı. Yine bir avuç insan Dalyan sahillerinde yaptıkları eylemlerle Akdeniz kaplumbağalarının soyunun tükenmesini önlediler. Bugün ülkemizde siyanür liçi yöntemi ile altın madenciliğine karşı bir direniş varsa; o dönem Bergama’da altın madenine karşı mücadele başlatan hekim, hukukçu, mühendis, aktivist bir grup ekolojistin büyük emekleri vardır. Peki, bugün Gencelli’ye benzer kalabalıkları toplayabilir miyiz? Toplayabiliriz; bunu Kaz Dağlarında gördük. Canlı-cansız tüm doğamızın, çevresel kaynaklarımızın nasıl sömürüldüğünü, yeni emperyalist-sömürgeci yaklaşımın ne olduğunu insanımıza çok iyi anlatabilirsek; onlarında çevrelerini, kaynaklarını korumak için sokağa çıkmasını sağlayabiliriz. Özellikle de ünlü sanatçıları, meslek örgütlerini harekete geçirebilirsek önemli derecede yol alabiliriz. Ağustos 2019’da bir hafta ara ile Kaz Dağlarında iki büyük eylem oldu. İlkinde Fazıl Say’ın verdiği konseri binlerce insan dinledi, oradaki ağaçların çığlığına kulak verdiler. Daha sonraki hafta Türk Tabipleri Birliği’nin çağrısı ile 11 farklı tabip odasından hekimler toplandı; Kaz Dağları’nda… Bunlar insanımızı bilimsel, doğru mesajlarla ve sanatın, sanatçının yardımı ile ekoloji mücadelesinin içine çekebileceğimizi gösteriyor. Gencelli eylemlerine de ünlü sanatçılar destek vermişti.

80’lerden bu yana ekoloji hareketinin önemli başarıları varsa; hangileridir? Hareketin başarısızlıkları nedir sizce?

Yukarıda da özetledim; tabii bazı başarılar var. Bunlar içinde Pamukkale’nin kurtarılması, nükleer santral yapımının bugüne kadar geciktirilmesi, hava kirliliği ve küresel iklim değişikliğine karşı toplumun dikkatinin çekilmesi, fosil yakıtlar konusunda ülkemizde de tartışmanın başlatılması, Eskişehir’de olduğu gibi bazı termik santrallerin yapımının engellenmesi, Kaz Dağları ve Murat Dağı altın madeni girişimlerinin şimdilik durdurulması sayılabilir.  

Hareketin en önemli başarısızlığı bu dönemde özellikle enerji sektörünün üretimden dağıtıma kadar özelleştirilmesinin önüne geçememesidir. Bu durum özellikle bir taraftan fosil yakıt kullanımını, yeni termik santraller yapılmasını artırırken diğer taraftan yenilebilir enerji kaynaklarının daha çok kar için istismar edilmesinin önünü açmıştır. Diğer başarısızlığı ise enerji tüketimi yoğun olan metal sanayi gibi sanayi dallarının ülkemizde kurulmasını önleyememesidir. Tabii bu durumun en temelde nedeni ise çeşitli ekoloji hareketlerinin içine basit çevreci akımlar sızması… Bu akımlar zamanla kendini ekolojist olarak tanımlayan çeşitli örgütlerin basit çevreci çizgiye yanaşmasını sağladı. Düşünün termik santrallerin filtre takma zorunluluğu muafiyeti getiren yasa veto edildi diye çıkıp hepsi sevindiler. Kimsenin aklına biz en temelde fosil yakıtların tüketilmesine karşıyız demek gelmedi. Ekosistemleri savunma yerine madenlerin, sanayinin çevresel zararlarını azaltıcı teknolojileri savunan ve pazarlayan örgütler türedi. Üstelik bunun adına bir de yeşil ekonomi dediler… Üstelik bu yeşil ekonomi masalının içinde çok uluslu ünlü finans ve sanayi kuruluşları var. Çok dikkatli olmak gerek… Bazen iyi niyetle yanlış adımlar da atılabiliyor; örneğin kömürlü termik santrallere karşı düzenlenen bir toplantı için yeni kurulan termik santrallere kredi veren bir bankanın sosyal tesislerinin seçilmesi gibi…

Sizce Ekoloji hareketinde İzmir’in ve Ege bölgesinin yeri nedir?

Ege bölgesi ekoloji hareketi için bir başlangıç noktası. 1985-90’lı yıllarda özellikle meslek odalarında çevre ve ekoloji konuları tartışılmaya başladı. Bunun İzmir’in iki büyük üniversitesine yansımaları oldu. Gerek Ege gerekse dokuz Eylül Üniversitelerinde çeşitli fakültelerde çevre sorunları ders programlarına girdi. 1972 Stockholm Konferansının da etkisi bunda oldu… Ayrıca bölgenin çevre sorunları açısından sorunlu bir bölge olması hareketin Ege’den yükselmesinde önemli bir noktadır. TTB’nin 2000 Yatağan Termik Santral raporu da önemli bir kavşaktır. Ancak solun çevre ve ekolojik sorunların temelindeki sistem sorununu görmekten kaçması bence hareketin önündeki en büyük engeldi. Sosyal demokrat olduğunu iddia eden yerel iktidar bir süre sonra çevre mücadelesinden kendini çekti ve kendi çevre sorunlarını yaratmaktan çekinmedi. Birkaç bir örnek vereyim;  İzmir’in Bayraklı semtindeki gökdelen çirkinliğini kim yarattı? Kenti içinden çıkılmaz hale getiren AVM’lere kim izin verdi? Aliağa’ya kömürlü termik santral yapılabilmesi için kim imar planlarını kim değiştirdi? Bugün İzmir’in hemen merkezinde; kentin tam su havzasının üzerinde bir altın madeni var ve maden yokmuş gibi davranan, bu madeni görmezliğe gelen bir yerel iktidar var. Kentte bu madene karşı mücadele yürüten insanları madenci firmanın karşısında yalnız bırakıyor, belediyeler… Kendini sosyal demokrat olarak tanımlayan yerel iktidarın bu tutumu ekolojik mücadeleyi yürüten kadroları da zaman içinde zayıflattı ve onların halkla bütünleşerek eylem yapma gücünü azalttı. Sosyalistlerin de henüz ekolojik krizin arkasındaki sistem krizini tam ve sağlıklı olarak görebildiğini düşünmüyorum. Dünyada ormanlar neden yanıyor, buzullar neden eriyor, kim üretiyor, kim tüketiyor? Üzerinde düşünmüyorlar. 1985’lerden beri yollardayız; çok az mesafe aldık demek istemiyorum ama daha gidecek çok uzun yolumuz var…

TTB Kazdağları’nda

Gezi direnişi hakkında ne düşünüyorsunuz? Aliağa direnişinden farkı neydi?

Gezi direnişi gerçek anlamıyla bir ekoloji ve demokrasi mücadelesidir. Hepimiz o güne kadar gençliğin çevre sorunlarına ilgisiz ve apolitik olduğunu düşünüyorduk. O gençlik hepimizi yanılttı. Gezi parkının ağaçları bir simge oldu o gençlik için… Ülkemizin doğal kaynaklarına, havasına, suyuna, toprağına sahip çıktılar. Dünyanın yaşadığı ekolojik krizin ve bunun ülkemize yansımalarını çok yakından takip ettiklerini gördük. Ekolojik mücadele için ilham oldular. Aliağa direnişi ise ekolojik bir bilinçten uzaktı. O direnişe katılan o dönemin Yeşiller Partisinin az sayıda üyesi dışında diğer katılanların hemen hepsi oyları %20’lere kadar inen iktidar partisinin politikalarından memnun olmadıkları için oradalardı. Kömür ve termik santraller hakkında, hava kirliliği ve küresel iklim değişikliği hakkında pek bir bilgileri yoktu…

Koranavirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/oynar mı? Salgın hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşulların avantaj ve dezavantajları nelerdir?

Öncelikle şunları belirteyim. Bu pandemi nedeniyle yıllardır kontrol altına alamadığımız tüketim toplumu özelliklerinden kısa bir süre için bile olsa ister istemez uzaklaştık. Bunun sonucunda üretim düştü. Trafik azaldı. Çevresel kaynakların sömürülmesinde bir gerileme oldu. Üretimin ve trafiğin düşmesinin en çok etkilediği sektör enerji sektörü… Enerji tüketiminin düşmesi tüm dünyada iki ay için fosil yakıt kullanımını azalttı. Bunun sonucunda da başta hava kirliliği olmak üzere bazı çevre sorunları geçici de olsa ortadan kalktı. Çin ve Avrupa kentlerinde yaşayanlar kısa bir sürede olsa kaliteli, temiz hava soludular. Küresel iklim değişikliğini önleme açısından bir yararı olmasa da sera gazı emisyonlarını fosil yakıt kullanımını terk etmeden düşüremeyeceğimizi ispatladı; bu süreç… Bazı ülkeler bu süreçte üretimi durdurdukları kömürlü termik santralleri pandemi sonrası da açmamaya karar verdiler. Almanya temmuz ayında 2038 yılına kadar ülkesindeki kömürlü termik santralleri kapatma kararı aldı. Fosil yakıtlardan uzaklaşan ülkeler doğacak elektrik talebini şimdilik rüzgâr, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlıyorlar… Artık fosil yakıtların üretimin ve kullanımının yasaklanması için yürütülecek kampanyalar açısından elimiz dünden daha güçlü… Fakat burada bir tehlike de var. Bazı Avrupa ülkeleri ve Çin enerji talebini tekrar nükleer santrallere dönerek karşılayabilir. Bu konuda çok dikkatli olmalıyız ve dünyanın yeniden bir nükleer santral çağına girmesine izin vermemeliyiz.

Sonuç olarak pandemi dönemindeki fosil yakıt tüketiminin düşmesi, buna bağlı olarak hava kalitesindeki iyileşmeler, sera emisyonlarının azalması bize toplumu bir an önce fosil yakıt  tüketimini bırakma konusunda daha kolay ikna etme olanağı veriyor. Ayrıca tehlike altındaki türlerin de evine çekilen insan sayesinde tekrar görünür hale gelmesi insanların doğa üzerindeki tahakkümünü toplumlara sorgulatmamız açısından önümüze yeni kapılar açıyor. Çevre ve ekoloji konularına insanların bu süreçte ilgisi de arttı. Bunu değerlendirmemiz gerek. Eskisinden daha güçlü olarak küresel iklim değişikliğine karşı durabilir; tüketim toplumunu ve çevre sorunlarının tam temelinde duran kapitalist sistemi sorgulatabiliriz.

Pandeminin getirdiği tehlikeler de var tabii… Her şeyden önce karantina koşulları örgütlü mücadelenin önünde büyük bir engel oluşturuyor. Bu durum hakim çevrelerin sistematik olarak doğal kaynaklara saldırısını getiriyor. Özellikle ülkemizde bu dönem pandemi nedeniyle zayıflayan çevre hareketleri nedeniyle sahillerin yağması inanılmaz boyutlara ulaştı. Kömürlü termik santraller bile yapılmaya çalışılıyor. Bir de tabii nükleer tehlike var. Nükleer lobi fosil yakıtların yerine koymak için nükleer enerji santrallerini ısıtmaya başladı. Toplumların bu tuzağa düşmemesi için çok dikkatli olmalıyız.

Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları –öncelik sıralamasına göre- nelerdir?

Küresel ekolojik krizin görünür boyutu küresel iklim krizi ve giderek derinleşen ülkeler ve insanlar arasındaki eşitsizlik… Tamamen kapitalist sistemin yarattığı tüketim toplumu alışkanlıklarının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor; iklim krizi ve eşitsizlikler. Daha çok üretim ve tüketim için daha çok enerjiye gereksinim var. Bunun için de merkez kapitalist ülkeler sanayi devriminden bu yana artan oranda fosil yakıtları kullanıyor. Sonuç belli; sera gazı emisyonlarının adeta patlaması… Merkez kapitalist ülkeler fosil yakıt kullanımını kendi ülkelerinde sınırlarken; sermayeleriyle çevre kapitalist ülkelerde bunu teşvik ettiler, etmeye de devam ediyorlar. Bunun ülkemizde de sonuçları görülüyor. Merkez kapitalist ülkelerin sermayesiyle ülkemizde çok sayıda kömürlü termik santral kuruluyor. Santraller kendi ülkelerinden söküp getirdikleri santraller, kömür de yine merkez kapitalist ülkelerin sermayesiyle işletilen başka ülkelerdeki kömür madenlerinden taşınıyor. Diğer taraftan hurda demir-çelik sanayi gibi enerji yoğun ve pis sanayi dallarını ülkemize iteliyorlar. Böylece kendi havaları, suları temiz kalırken ve sera gazı emisyonları düşerken; kirlenen bizim havamız, suyumuz, toprağımız oluyor. Artan sera gazı emisyonumuz dünyada bizi ilk yirmi ülke içine de taşıdı. Ancak merkez kapitalist ülkeler şunu unutuyor; havalarını, sularını, topraklarını temiz tutabilirler ama çevre kapitalist ülkelerin üzerine iteledikleri sera gazı emisyonları tüm dünyayı aynı noktaya götürüyor. Küresel iklim krizi ve herkes için eninde sonunda tükeniş… Bu nedenle ekolojik krizin çözümü sistem temelinde ele alınmalı. Herkesin şunu iyi kavraması gerek. Çevre sömürüsünün temelinde kapitalist sistem ve onun üretim ve tüketim ilişkileri vardır. Kapitalist sistemin içinde de ekolojik krizin çözüm şansı yoktur. O yüzden batılı yeşil-ekolojist hareketlerinden bence bir inandırıcılığı yoktur. Onlar sadece kendi ülkelerinde basit çevre sorunlarıyla meşguller.

Ülkemizdeki ekolojik hareketlerinden de bu bilinçle hareket etmesi gerekiyor. Başta kömür olmak üzere fosil yakıt kullanımına karşı çıkmalıyız. Kömürlü termik santrallerle mücadele etmeli ve bu santrallerin arkasındaki sömürü düzenini insanlarımıza iyi anlatmalıyız. Enerji kullanımı yoğun sanayi dallarının merkez kapitalist ülkeler tarafından ülkemizin üzerine atılmasına karşı çıkmalıyız. Dünyanın ekosistemine sahip çıkmanın yolu ülkemizin ekosistemine sahip çıkmakla başlar. Merkez kapitalist ülkelerdeki yeşil hareketlerin etkisinde kalmadan, sistemi sorgulayarak doğa sömürüsüne karşı çıkmalıyız; bence…

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacak; bilemiyorum… Ancak şunu söyleyebilirim, ekolojik krizi bir sistem sorunu olarak ele almayan her hareket er veya geç başarısızlıkla sonuçlanacaktır. Tekrar ediyorum; bugün yaşadığımız başta küresel iklim krizi olmak üzere ekolojik krizin temelinde bizzat kapitalist sistemin kendisi var. Bu sistemin içinde kalarak bu sistemin yapısı gereği yarattığı bu krizi çözemeyiz. Merkez kapitalist ülkelerdeki yeşil hareketler başarılı gibi görünüyor. Ancak onlar zengin ülkelerde basit çevrecilik yapıyorlar. Havalarını, sularını, topraklarını temiz tutuyorlar. Fakat küresel boyutta başta küresel iklim krizinin çözümü gibi konularda ciddi adım atmıyorlar. Atsalar karşılarına kapitalist sistemin çıkacağını biliyorlar. Burada isim vermeyeyim ama Avrupa’da birçok ülkede yeşil partiler çok uluslu sanayi ve maden şirketleriyle içli-dışlılar… Bizim ülkemizde kurulan kömürlü termik santrallerin sermaye ilişkilerini izlerseniz yeşil partilerin de iktidar ortağı olduğu bazı Avrupa ülkelerine çıkar.

Ne yapmamız gerek? İşte üstünde düşünmemiz gereken konu bu. İlk aşamada geniş bir tabanlı bir yapı oluşturmamız gerekiyor. Bu yapının içinde bugüne kadar ekolojik mücadeleye uzak duran sol düşünce sahiplerinin de olması gerekiyor bence. Sonra ülkemizdeki doğal kaynakların ve çevrenin sömürüsüne karşı mücadele başlatmamız gerekiyor. Herkesin şunu iyi anlaması gerek; artık emperyalistler tankla, tüfekle değil; iş makinesi, kazma-kürekle geliyor. Ülkemizdeki madenlerin kimler tarafından işletildiğinin izlerini sürerseniz; bu gerçeği daha iyi görürsünüz. O nedenle geniş tabanlı, kimseyi dışarıda bırakmayan ve ekolojik krizi sistem tabanlı okuyan bir örgütlenmeye ihtiyacımız var. Batı tipi basit çevreci, sermaye ile uzlaşmacı yeşil örgütlenmeler daha önceki örneğinde de görüldüğü gibi bizi çıkmaz sokaklara götürür.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Eklemek istediğim son nokta şu; kronometre işliyor. Artık hızla sona doğru yaklaşıyoruz. O nedenle elimizi çabuk tutmamız gerekiyor. Küresel iklim krizi 2030-2035’e kadar gerekli adımları atmazsak geri döndürülemez döneme girecek. Küresel ölçekte o nedenle fosil yakıt kullanımına karşı eylemleri artırmalıyız. Özellikle merkez kapitalist ülkelerin çevre ülkeler üzerindeki fosil yakıt kullanımını teşvik edici politikalarını boşa çıkartmalıyız. Ayrıca terk edilmesinin maliyetinin de bu yakıtlardan milyonlarca dolar kazanmış bu ülkelere çıkartılmasını savunmalıyız.

Kendinizi kısaca tanıtabilirmisiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?

1983 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunuyum. Çoğu İzmirli gibi benimde çevre olaylarıyla ilgim Aliağa Gencelli Termik Santrali direnişiyle başladı. Daha sonra Bergama Altın Madenine karşı sürdürülen mücadeleyle devam etti. Bu süreçte İzmir Tabip Odası içinde Halk Sağlığı Komisyonunun çevre ile ilgili çalışmalar yapan ekibin içinde yer aldım. Tüm meslek odaları ve çevre kuruluşlarıyla siyasi partilerin içinde yer aldığı ve ülkemizin ilk çok disiplinli çevre örgütlenmesi olan ve altın madenlerine karşı kurulan Elele Hareketinin İzmir Tabip odası adına 2002-2004 yılları arasında dönem sözcülüğünü yaptım. 2002’den itibaren öğretim görevlisi olarak çalıştığım Dokuz Eylül Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalında çevre sağlığı derslerini yürüttüm. Bu dönemde uzmanlık, yüksek lisans ve doktora eğitiminde çevre sağlığı derslerinden sorumlu öğretim üyesi olarak çevre politikaları ve çevre mücadelesi tarihçesi derslerini başlattım.

Bu arada çeşitli dönemlerde Türk Tabipleri Birliği (TTB) içinde de Halk Sağlığı Kolu yürütmesinde çalıştım ve TTB’nin sağlıklı bir çevrede yaşam hakkı mücadelesinin planlayıcıları arasında yer aldım. Bu dönemde TTB adına üzerinde diğer arkadaşlarımla birlikte çalıştığım dosyalar arasında çeşitli kömürlü termik santraller, Akkuyu Nükleer Santrali, Kaz Dağları altın madeni girişimi, Kanal İstanbul girişimi dosyaları ilk aklıma gelenler… 2016 yılında TTB tarafından düzenlenen ve ülkemizin çeşitli halk sağlığı uzmanlık eğitimini yapan halk sağlığı asistan hekimlerinin kursiyer olarak katıldığı 28. Gezici Eğitim Seminerine (GES) sorumlu öğretim üyesi ve eğitici olarak katıldım.  Bir hafta süreyle Trakya bölgesinde devam eden 28. GES’in konusu ‘Marmara Bölgesi Çevre Sorunları ve Çevre Mücadeleler’ idi.  26 Ağustos 2019 tarihinde TTB’nin çağrısıyla ülkemizin çeşitli bölgelerinden 11 Tabip Odasına üye 600’e yakın hekimin katılımıyla Çanakkale Kaz Dağlarında Altın Madeni girişimine karşı gerçekleştirilen toplantı ve maden önündeki eylemin organizasyonunda çalıştım ve eylemde yer aldım.  Altın madenciliğinin çevre etkileri konusunda bir sunum yaptım.

Paylaş.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Çok kıymetli söyleşiler yapılıyor ama bu belki benim davama daha uygun düştüğü için daha çok ilgimi çekti. Ahmet Soysal bence Yeşillere yaralanacağı yerden vurmuş. Gerçi Ahmet Soysal Avrupadaki yeşil partilerin hangilerilyle içli dışlı olduğunu belirtmemiş ama Yeşil hareket Almanya örneğinde Petra Kely de hayat bulan o radikalizminin yerini Realos denen Yeşil Sağ tarafından kontrol edilmeye başladığından beri çok şey kaybetti. Mesela Yeşiller artık Ekonomik Büyümeye, Kalkınmaya karşı çıkmıyorlar Yeşil Yeni Büyüme, Yeşil Yeni Düzen gibi cilalı laflar ile kapitalizmi yeşile boyamaktalar. Bu anlamda Ahmet Soysal çok değerli bir eleştiri yapmış. İzmir Ruhu da bu ülkenin Petra Kely ruhu idi bu ülkenin Fundileri idi. İzmir ruhundan geldiği için artık Avrupa Yeşil Partilerin kopyala yapıştırı olan Yeşiller Partisi de o radikalizmden oldukça uzak “gerçekçi” “ayakları yere basan” gibi laflar ile mevcut düzene kafa tutmak yerine sürdürülebilir kalkınma sözlerine oldukça benzeyen Yeşil Yeni düzen teranesini seslendirip duruyorlar. 68 ruhunun yerinde yeller esiyor. Malesef Ekoloji hareketide batıda oldukça kan kaybetti İnsan Kaynaklı Küresel Isınma denen olgu Ekoloji hareketine ciddi zemin kaybettirdi. Şanslıyız ki ekoloji hareketi bu ülkede daha solda olmaya eğilimli.

Yanıt Cancel Reply