Vahap Işıklı ile Söyleşi; “Yan yana durmanın dili yakalanabilir! Umuda mecburuz”

3

Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi’nde “Türkiye’de Covid 19 Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşilerimiz Amed Ekoloji Derneği’nden Vahap Işıklı ile devam ediyor, Vahap aynı zamanda Hewsel Koruma Platformu eş sözcülüğünü yürütüyor;

Cudi Dağı’ndan, Hewsel Bahçeleri’nden, Zilan Deresi’nden ekoloji hareketine nasıl bakılır? Bakılabilir mi? Bu coğrafya(lar)dan baş kaldırıp Kuzey’e ve Batıya doğru bakılabilirse görülen ne olur? Sevgili Vahap Işıklı bu söyleşide işte buna ışık tutuyor daha çok. Hasbelkader, ailesi ile birlikte kendini Amed’de, bir süre sonra da ekoloji hareketinin içinde bulan, düşünceleri, kişiliği burada şekillenen genç bir ekoloji aktivisti Karadeniz’deki HES, İstanbul’daki kentsel dönüşüm, Kazdağları’ndaki siyanürle altın arama projelerine karşı verilen mücadeleleri nasıl görür, görebilir mi? Görürse bu ne ifade eder onun için? Sulukule’deki kentsel dönüşüm projeleri Sur’dakine ne ölçüde benzerlik taşıyabilir? Bu coğrafyalar ve anlam dünyaları arasında bir bağ var mıdır? Bağlar kurulabilir mi? Ortak bir zeminde buluşulabilir mi? Evet ise nasıl? Hangi zeminde? Hangi değerlerle? Hangi risk ve zorluklarla? Daha önemli soru şu: Ekoloji hareketinin üzerinde yükseldiği zemin uygun mudur, izin verir mi buna? Evet, hareketin tarihi sınavı belki de bu soruya verilecek olumlu yanıtta gizli: Vahap; “Yan yana durmanın dili yakalanabilir” diyor ve ekliyor; “Umuda mecburuz!” Sorun, daha özlü bir şekilde ifade edilemez…

“Ekoloji hareketinin yeni bir yaşam tahayyülü ortaya koyma potansiyeli bugüne kadarki başarısının ardında yatan gizdir. Bundan sonra da etkili bir güç olabilmesinin önkoşuludur bu. Ekoloji hareketi sınırlara, alanlara sıkıştırılmayacak bir mücadelede biçimi olduğundan, ulus-üstü kanalların yaratılması ile dünya ölçeğinde bir duruş ortaya koyabilme olanağına ve bu mücadele tarzını zaferle taçlandırma potansiyeline sahiptir!”

Söyleşi: İsmail Akyıldız / 2 Kasım 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi

Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü? Ekoloji hareketinin bugüne kadar önemli başarıları ve başarısızlıkları nelerdir?

Doğrusu sorunuz bir tarihsel süreç meselesi. Ben de ekoloji mücadelesinin bir süreç meselesi olduğunu, bu şekilde ele alınması ve incelenmesi gerektiğini hissediyorum. Bu anlamda her olgunun, zaman ve mekândan bağımsız olarak ele alınmayacağına inanıyorum. Bu anlamda yapılan analizlerin hakikati daha açık bir şekilde ortaya koyacağına inanıyorum. Öncelikle sistem karşıtı olması iddiası taşıyan mücadelelere evrensel anlamda bakınca, dünyada 60’larla beraber ortaya çıkan gençlik hareketleri sonrası ülkemizde 68 gençliği denilen ve mücadelede motor olmuş bir gerçeklikten sonra sistem karşıtı mücadele de bir anlamda tanımlanmaya başlanmış oldu, sonrasında yine aynı süreçte tırnak içinde “çevre mücadelesi” de bu anlamda nükleer enerji karşıtlığı üzerinden bir konumlama sağladı. 80lerde neoliberal mantığın, finansal piyasaların dünya ölçeğinde yayılması, ülkemizde yaşanan darbe süreci, siyasetin sağ ve sol kutuplara bölünmesi, çevre mücadelesi boyutunun biraz arka planda kalmasına sebep verdiği söylenebilir.

Bunun ardından 20 yıllık süreç içerisinde ete kemiğe bürünen çevre mücadelesi, ekoloji mücadelesi olarak anılmaya başlandı. İklim krizinden, gıda krizine kadar yaşanan krizlerin Kapitalist Modernitenin varlığından kaynaklı krizler olduğu açığa çıktıkça, bir anlamda sistemin ifşası hızlandıkça mücadelenin daha da büyüdüğü görüldü. Ekoloji mücadelesinin, sağ ve sol olmaktan öte, sistem karşıtı üçüncü bir güç olarak doğması, anarşistlerden sosyalist akımlara, kadın hareketlerine, savaş karşıtı mücadeleye kadar pek çok oluşum ve ideolojik görüşlerle ortaklık kurabilmektedir. Sorunuza cevabım budur. Ekoloji hareketinin sistem karşıtı alternatif bir mücadele olması yanında alternatif bir yaşam ve zihniyetle varlık bulması, pratikte ve sosyal yaşamda karşılığını buldukça çeperlerini genişletebileceğine ve başarı sağlayacağına inanıyorum. Bugünkü başarımız bunda gizlidir, mesele sadece doğa talanı karşısında bir duruştan öte yaşamsal olarak bir zihniyetin kurumsallaşması, ete kemiğe büründürülmesidir aslında.

Koronovirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/ oynar mı? Salgının hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulundugumuz koşulların avantaj ve dezavantajlari nelerdir?

Doğrusu bu sorunun cevabı bir anlamda önceki sorunun devamı niteliğindedir. Zira Kapitalist Modernitenin sistemsel olarak kriz yaşadığını belirttik ve doğrusu salgının Wuhan’dan çıkışından bu yana sistemde yaşanan bu krizin komplo teorileri ve din eksenli değerlendirmelerle karşılandığını gördük. Kapitalist Modernite konumunda olan Amerika’dan Trump’ın minimal düzeyde sayılar vererek Amerika’daki ölüm oranlarının başarı sayılması gerektiği gibi konuları dile getirmesi, İngiltere’den Johnson’nun ortaya attığı “sürü bağışıklığı politikası” gibi konular aslında bu ülkelerin krize yönelik bir çarelerinin, reçetelerinin olmadığını kısa zamanda açığa çıkardı.

Covid salgını sonrası süreçte yeni bir dünya şekillenmesi ortaya çıkacaktır. Hem ekonomik, hem sosyal hem de yaşamın diğer alanlarında yeni düzenlenmeler, yeni şekillenmeler ortaya çıkacaktır. Bugün insanlar Amerika’da ve dünyanın farklı yerlerinde sokağa çıkma yasaklarına karşı sokaklara çıkmaktalar, yeni sivil itaatsizliklerin yaygınlaşmakta olduğunu görüyoruz, bu hareketler bizim onları haklı görüp görmemizden bağımsız olarak gelişiyor. Öte yandan salgını fırsata çevirmek isteyen modernite güçlerinin de devreye girdiğini görüyoruz. Ve tabi ki bu süreci kendi lehlerine çevirmek isteyeceklerdir, zira birçok ülkede otoriterleşme sürecinin hızlandığını görüyoruz. Salgın sürecinde yaşanan ilk ölümle beraber “Evde kal!” çağrıları artmış insanlar evlere hapsedildikten sonra doğa talanı hızlanmıştır; ilk etapta korunan alanlar yönetmeliği değiştirilmiş, Kaz Dağları’nda direniş çadırları sökülmüş, Salda’ya iş makineleri girmiş, Fatsa’da saldırı yoğunlaşmış, Kanal İstanbul ihalesi gündeme gelmiştir. Artık ekoloji hareketi salgını fırsata çeviren sermaye/iktidar düzeninin bütün manevralarını görebilmekte ve sistem karşıtı konumunu güçlendirmektedir. Sosyal medyanın aktif olarak kullanılması içinde bulunduğumuz sürecin yarattığı avantajlardan biridir. Etkili kullanıldığında hızlıca bir araya gelmeler, imza kampanyaları, hashtag kampanyaları, yargısal süreçlerin başlatılması gibi pek çok aktivite gelmekte olan kıyamet karşısına mahşeri kalabalıklarla duruş sergileyebildiğimizi ortaya koymuştur.

Ekoloji hareketinin yeni bir yaşam tahayyülü ortaya koyma potansiyeli bugüne kadarki başarısının ardında yatan gizdir. Bundan sonra da etkili bir güç olabilmesinin önkoşuludur. Ekoloji hareketi sınırlara, alanlara sıkıştırılmayacak bir mücadelede biçimi olduğundan, ulusüstü kanallarının yaratılmasına, birlikte -dünya ölçeğinde- bir duruş ortaya koyabilme olanağına ve bu mücadele tarzını zaferle taçlandırma potansiyeline sahiptir.

Ekoloji mücadelesi savunucularının sistem karşıtı mücadeleleri sonucu kurabilecekleri yeni yaşam; çocuklarımıza, halklara, evrene bir özeleştirimiz olacaktır. Bunun için düsturumuz şu olmalı ; “Umuda mecburuz, zafer ise mecburi istikametimiz’’

Ekolojik krizin sistemsel bir sorun olması itibariyle gerek bütünsel gerek yerelden bakıldığında karşılaştığımız sorunlar var. Öyle ki bazen “ortak dili” yakalamak zor olabiliyor. Buna ek olarak her kurumun kendi yerelinden doğru yarattığı örgütlenmeleri, hem ülke bazında hem de evrensel anlamda ortaklaştıramama durumu var. Bana kalırsa, bir amacın açık ve net bir şekilde ortaya konulması ve ona göre hareket edilmesi bu gibi sorunların ortadan kaldırılmasına yardımcı olacaktır. Yerelde yaşanan dezavantajlar yanında, bir de bölgesel olarak yaşanan sıkıntılar var. Misal verecek olursak, bölgemizde yanan ormanlar bölgemizin batısında ve kuzeyinde kalan bir çok kesim tarafından “güvenlik” meselesi olarak görülmesi burada yanan ormanların gündem olmamasına sebebiyet vermekle birlikte bu konuda ortaklaşmamızda sorunlar yaşayabiliyoruz.

Bunlarla beraber Türkiye’de dezavantaj olan bir durum ise, ana akım medyanın ve ya çeşitli medya kanallarından gazetelerden, TV kanallarına yaşanan doğa tahribatlarının gündem olamayışı, ya da örnekleyeceksek bir orman yangını yaşanınca ancak insan ölümleri olunca gündem olabilmesidir. İnsan merkezli bir zihniyetin ürünü olduğunu açık olan bu yaklaşım, bir zihniyet sorunu yaşadığımızı da açığa vurmaktadır.

Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?

“Küresel’’ kelimesinden hazzetmiyorum, kapitalizmi çağrıştırmaktadır. Naçizane onun yerine “evrensel” kelimesini kullanmak isterim. Krize evrensel bakış, makro ve mikro düzeyleri içerir. Ekolojik kriz olarak iklim ve gıda krizi dünya gündeminin temel parametrelerinden biridir artık. Buna ülkemizde yaşadığımız HESler, barajlar, nükleer santraller, termik santraller, RESler, JESler ve ormanlarla ilgili yaşadığımız sıkıntıları eklersek, krize en yakın ülkelerden biri olduğumuz görülür.

Kendi yaşadığım bölgede yanan ormanlar, endüstriyel plantasyon için yok edilen ormanlar ve barajlar en önemli sorunların başında gelmektedir. Gıda krizi ortada iken ülkemizde tarım arazilerinin kamulaştırma adı altında gaspı ve bu arazilerin -bazen bütünüyle köylerin- Tokilere peşkeş çekilmesi de başka bir sorun olarak karşımızda durmakta. Buna aynı politikaların bir ürünü olarak, pestisit ilaçların kullanılmasını, yerel tohumların kullanılmasında getirilen yasal engelleri de ilave edelim. Tarım arazileri bitmekte, tarımdaki üretim yıldan yıla azalmakta, köyünden çıkarılan köylü kentlerde ucuz işçi konumuna düşmekte, kırsallar küçülmekte, kentler ur gibi büyümekte, haliyle bu sonuçlar güvenli gıda meselesini doğurmakta.

Bunca sıkıntı varken bunları dile getirememek de ayrı bir dert, bir ifade özgür-süz-lüğünden de bahsetmeliyiz; tükettiğimiz gıdanın sağlıklı ve güvenli olup olmadığını dâhi dile getiremiyoruz, soramıyoruz.

Ve kentleşme; ülkemizde kentleşme kıyılardan, dere yataklarına kadar inmiştir. Kentsel dönüşüm adı altında projelerle acele kamulaştırmalarla özel mülklere dahi el konabilmekte, her ne kadar özel mülkiyete karşı olsam da, yaşadığımız evin içinde dâhi güvende olmamamız oldukça tedirgin edici. Ülkemizde kentsel dönüşüm dendiğinde akla hemen TOKİ gelmekte. Yapılan şu: Yasal yol ve kararlarla yerleşim yerleri afet bölgesi ilan edilmekte, kısa bir süre içinde ihale şu bu derken, bir bakıyorsunuz hem evinizden olmuşsunuz, hem de TOKİlere bir ömür boyu kredi taksitleri ile borçlandırılmışsınız.

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?

Nasıl bir yönelimi olacağından daha önemeli olan hareketin nasıl yürüyeceği meselesidir. Bir örgütlenme başarısı olduğu ortadadır fakat burada önemli olan yeni bir yaşamın nüvelerinin ortaya atılmasıdır, bu minvalde bir alternatifin yaratılabilmesidir; bunun da karşıt olduğumuz değerler üzerinden kurulması gerekir.

Bununla beraber yaşanan ekolojik krizleri gündemleştirebilmek zorundayız. Bu krizleri insanlara anlatabilecek argümanlara ve halkla iletişim kurabilecek dile ihtiyacımız var. Aksi halde şöyle bir sorun ortaya çıkabilmektedir; bir noktadan sonra toplumsallık yakalanmıyor, elitleşme, klikleşme ortaya çıkabiliyor. Ve mesele buyken halktan kopuk bir mücadelenin yürümesi de pek de gerçekçi olmamaktan öte, ortak zeminin yakalanması zorlaşabiliyor. Misal verecek olursak, bugün ‘’doğalgaz bulundu’’ diye sevinen halk kitlelerine bu projelerin ekolojik anlamda yaşatacağı olumsuzluklar, yol açacağı yıkımı anlatabilecek bir dil yaratılabilmelidir. Bununla birlikte parti kurumlaşmaların altına girebilecek bir mücadele türü değil bu, bireylerden başlayarak gruplara toplumun her kesimi ile ortaklaştırabilecek bir mücadele zemininin yaratılmasına ihtiyaç vardır.

Bir de yeni yolların üretilmesi, eylemlere zenginlik ve çeşitlilik kazandırmak önemlidir, zira her sürecin kendine dair eylem pratikleri olması gerekir. Ve her karşı duruşun neden ve amaçları ortaya konulması, neyi niçin yaptığımızı açıkça bilinmesi gerekir. Sabırlı olmalıyız, herkesi dinleyebilecek sabrımızın olması gerekir, hareket zemininin ortaklaşmaya yol açabilecek perspektifte kurulması gerekir. Farklı dünya görüşlerine sahip insanlar olacaktır, gereğinde geçmiş alışkanlıklarımızı da bırakarak ortak bir amaç ve ortak bir harekete odaklanabilmeliyiz.

Hewsel’de Gezi

Sizce Türkiye’nin farklı coğrafyalarında/bölgelerinde ekoloji mücadelesinin farklılıkları, zorluk ve kolaylıkları var mıdır?

Buna açıkça cevabım şudur ülkemizin büyük sorunların başında gelen ve gitgide kangrenleşen Kürt Sorunu sonucu, çatışmalı bir süreç var. Bir sorunla yüz yüze kalan Mardin, Diyarbakır, Dersim, Şırnak gibi kentlere devletin politik yaklaşımı ve bunun yansımaları farklı olabiliyor. Sadece devletin değil, farklı bölgeler ve toplumsal kesimlerinden gelen tepkiler de sorunlu olabiliyor, bu bölgeler bir bakıma ekoloji hareketi için turnosol kağıdı görevi de görüyor. Örneğin Dersim’de, Şırnak-Cudi, Gabar, Lice ve Kulp’ta yıllardır ormanlar yanıyor. Bu yangınlara yönelik verdiğimiz tepkiler, özellikle geçtiğimiz haftalarda açıkça görüldüğü üzere, “örgütü savunuyorsunuz’’ şeklinde olabiliyor. Bölgeler arasında şöyle bir fark da olabiliyor; burada yanan ormanların yerine karakol-kalekol inşaatları yükselirken, Muğla, Antalya, Hatay gibi yerlerde beş yıldızlı oteller inşa ediliyor, Artvin’de ise bu defa Siyanür havuzları açılabiliyor. Hangi nedenden çıkarsa çıksın hiçbir şey yanan orman gerçekliğini değiştirmiyor. Kısa bir süre önce Lice’de yangın çıkmış ve günlerce sürmüştü, Hewsel Koruma Platformu sayfamızdayaptığımız paylaşımlara bazı ekoloji aktivistlerinin yazdığı yorumlar çok şaşırtıcıdır. Bütün yangınlar “güvenlik meselesi” olarak görülüp geçilebiliyor ne yazık ki.

Bundan birkaç ay önce Lice’de bir yangın çıkmıştı. Yangın çıkalı üç gün olmuş bölgedeki kolluk kuvvetleri halktan tek bir insanı dahi yangın alanına sokmazken, kendileri müdahaleyi geciktirdiler. Muhtemelen sosyal medya üzerinden yapılan baskıyla söndürmeye gittiler, bunun için de sadece 3 itfaiye aracı alana gitti fakat yeterli söndürme çalışmaları yapılamadığı için yangın yeniden başlamıştı. Lice yangını süresince faklı alanlarda da yangınlar vardı. Daha sonra ilgili bakanlık çıkıp son verileri açıklarken, Lice’de hiç yangın yokmuş gibi bir belge sunmuştu kamuoyuna.

Geçenlerde Şırnak Cudi’de yangın çıkmış günlerce sürmüş, bölgeye gittiğimiz zaman özellikle halkın geçim kaynakları olan çeşitli meyve ağaçlarının yandığını görmüştük. Yangının 25-26 köye kadar yayıldığını gördük. Köylülerin bu konuda genel olarak düşüncesi şu şekilde idi; “köylerimiz yine boşaltılmak, askerileştirilmek istenmektedir.’’ 90larda uygulanan politikaydı bu, köyler boşaltılıp girilmeyen alanlar olarak işaretleniyor, sadece askerin girişine izin veriliyordu.

Kentsel dönüşüm projeleri de yine aynı olgudan yola çıkılarak yapılmaktadır. Sur’da birkaç yıl önce çatışmalı süreç biter bitmez kentsel dönüşüm projesi ortaya atıldı ve şimdilerde aileler evlerinden çıkarılıyorlar. Evlerinden oldukları yetmezmiş gibi borçlandırılıyorlar. Eski evlerinin yerlerinde yükselen binalara bakınca da hiçbir şekilde mimari dokunun dikkate alınmadığını görüyoruz. Bugün kentin surlarını da kullanarak kenti ikiye böldüler, öyle ki kentte bir noktadan diğer noktaya geçmek için kimlik kontrol noktalarından geçmek durumundasınız. Yapılanlara itiraz etme durumunda çeşitli suçlar isnat edilerek yargılamaya maruz kalabilmektesiniz.

Cengiz’in burada da Diyarbakır ve Mardin’de de karşımıza çıktığını biliyor muydunuz? Diyarbakır’da bizim “Berlin Duvarı” diye isimlendirdiğimiz bir proje var. Bu projede tren rayları kentin ortasından geçerek kent ikiye bölünüyor. Raylarının geçtiği yerlerde karşılıklı duvar örülüp üstüne tel örgüler geriliyor. İşte bu projenin altından Cengiz çıktı. Mardin/Mazıdağ’da ise maden ocakları var. Kendi özel işleri için tren rayları döşeyip madeni ana tren hatlarına bağladılar. Bölgede bulunan 3 köyü boşaltmak istiyorlar.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi doğa talanı bu bölgede “politik” olgular üzerinden gelişiyor. Projelerine karşı koyduğunuz taktirde yine politik bir olgu olarak algılanıyor. Ülkenin farklı bölgelerindeki gibi bir alan savunması gerçekleşmesi oldukça zor buralarda.

Son dönemdeki Beyza Üstün, Güner Yanlıç, Cihan Erdal, Ali Ekber Bağırmağıç gibi isimlerin tutuklanma furyasını da bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Ülkenin farklı bölgelerinde de ekoloji hareketini çeşitli suçlamalarla terorize etme çabası güdülmektedir. Bunu çeşitli platformlarda bizler daha önce dile getirmiştik. Bölgede sendikal faaliyet yürütenleri örgüt üyeliği suçlaması ile tutuklanmaları bunun açık örneğiydi. Hatırlayacak olursanız Hasankeyf’i savunmak için ülkenin farklı yerlerinden gelen gençler oraya çadır kurdukları zaman gözaltına alındılar ve bu yıl 22 Eylül’de yargılanmaları yapıldı, “örgüt üyeliği” ile suçlandılar. Yani fark açıkça budur; bu bölgede ekoloji mücadelesi vermek ülkenin diğer bölgelerine kıyasla daha çetrefilli ve daha zor süreçleri yüklenmek zorunda bırakmaktadır. Bundan dolayı bu bölgede ekolojik yıkımı durdurmak için gerek ülke gerek dünya ölçeğinde dayanışma ağlarının güçlenmesi bölgenin sahiplenmesi gerekir.

Şunu da ekleyelim: Bu coğrafyada Hasankeyf örneğinde olduğu üzere, dünya literatürüne acı bir hakikatin ifadesi olan “güvenlik barajı’’ kavramını eklemiş olduk. Bu yapılar aracılığıyla bölgede bir hafızasızlaştırma çabası güdülmektedir. Bu çabayı Munzur gözelerinde, Zilan Deresi’nde de görüyoruz, her iki yerde de yaşanan trajedilerin izleri yapılaşmalarla silinmek istenmektedir.

Bu epey iç karartıcı tablodan sonra biraz da pozitif gelişmelerden bahsetmek isterim. Hewsel Bahçelerinde ağaç kesimlerine karşı zamanın Dicle Üniversitesi rektörü tarafından başlatılan tepki pek çok siyasi parti ve kurumlar tarafından destekledi, gençler ve kalabalıklar günlerce süren nöbetlerde yer almış oldu. Bu anlamda Diyarbakır özelinde nöbetlerde kenetlenme, yan yana durma takdire şayan bir meseledir.

Başta Amed TMMOB/İKK olmak üzere, bölgedeki TMMOB temsilcilikleri, İHD, TTB, KESK ve sendikalar her zaman bizlerin, bölgedeki Ekoloji Mücadelesinin yanında yer aldılar ve hâlâ da en önemli destekçi konumundalar. Bu desteğin verilmesi hem yalnız olmadığımızı bilmek, hem de mücadelenin uzun vadede başarılı olmasında etkili olacaktır. Bölgede oldukça aktif olan bir platform olarak bu desteği hemen her yerde görüyoruz. Bu minvalde desteklerinden dolayı hem birey olarak hem platform olarak, insanlık ve Ekoloji Mücadelesi adına, kendilerine minnettar olduğumuzu sizin aracılığınızla kendilerine aktarmak isterim.

Amed’den bakıldığında Türkiye genelinde ekoloji mücadeleleri arasında güçlü bağlar kurulduğu söylenebilir mi? Bu bağların güçlenmesi için karşılıklı olarak neler yapılabilir? Hangi zorluklar bizi bekliyor?

Doğrusu ülkemizde son dönemde yaşananlar, sosyal medyada yapılan etkinlikler, hashtag çalışmaları, sanal mitingler, basının iyi kullanılması vb. mücadele birliği açısından etkili olduğu söylenebilir. Fakat bunun daha etkili olması zaman alacaktır. Bu tür ilişkilenmelerin uluslararası diplomasi düzeyine de taşınarak güçlendirilmesi ve güçlü tutulması gerekmektedir. Ekoloji hareketi farklı platformlar, dernekler, çeşitli oluşumlar içinde yer alan bireyler topluluğundan oluşmakta ve bireyler üzerinden gelişmektedir. Bu konuda görev alan bireyler iletişim, ilişkilenme ve birlikte hareket etme pratiklerini güçlendirmesi gerekir. Özellikle yakın geçmişte pandemiden ötürü sosyal mecrada hiç göremediğimiz bireyler ile ilişkilenmeler sağladık bu ilişkilenmelerin sosyal yaşamda da karşılığının olması elzemdir, çünkü mücadelenin bir diğer ayağı alanlardır. Bu alanlar çeşitli mecralar olabilir, Hewsel Bahçeleri ve Kaz Dağları direnişi buna iki örnektir. Sempozyumlar, konferanslar, paneller de mücadelenin alanlarıdır. Sanal ilişkilenmelerin buralara da yansıması daha güçlü bir mücadele açığa çıkaracaktır. Bu konuda yereller üzerinden ilişkilenmeler, yerellerin kendine özgü durumlarından ya da siyasal nedenlerden ötürü problemler çıkarabiliyor olsa da bunun aşılabileceğini bağların kurulmasının zor olmayacağını düşünüyorum.

Her tekil mücadelenin kendine özgü zorlukları olsa da yasal zeminde ortak mücadele olanağı karşımıza çıkıyor. Bu dayanışmamızı kuvvetlendirecek bir unsurdur. Torba yasa tasarıları, kıyı düzenlemelerine yönelik girişimler, Kentsel Dönüşüm için değiştirilmek istenen mevzuatlar, gıdadaki düzenlemeler, talancı maden firmaları için yasal yolların açılması yoluyla bütünüyle meşrulaştırılmak istenen doğa talanına karşı yasal zeminden de yüklenilmesi gerekecektir. Ekoloji Mücadelesinin gücünü her yönde yasal zeminde de göstermesi gerekmektedir. Örneklersek; bir alanda talan varsa , ülkenin dört bir yanından talana karşı eylemler gerçekleştirilebilir, çağrı yapılıp dilekçeler verilebilir, yasal zeminden uluslararası mecraya taşınabilir. Bu anlamda eylemselliklerin geliştirilmesi gerekir, sosyal medyadan, basından, var olan gücümüz her yönüyle yereller üzerinden ülkenin her tarafına yansıması gerekir.

Amaçta birlik, mücadelenin birliğini getirir. İletişimden, ilişkilenmelere güçlü bir zeminin yakalanması, dilin oturtulması, eylem biçimlerinin sürece yönelik geliştirilmesi Ekoloji Mücadelesini daha da güçlü bir mücadele zeminine çekecektir. Doğrusu buna mecburuz. Önümüzdeki sürecin de ağır olacağı şimdiden anlaşılıyor. Hal buyken dünden çok bugün, bugünden çok yarına, geçmişten geleceğe, mücadeleyi büyütmek görevi önümüzde durmaktadır.

Bugün aktif olarak hangi çalışmalar içerisindesiniz?

Bugün hem Amed Ekoloji derneğinde çalışmalarımı yürütmekteyim şimdilerde kent olarak gündemimiz kente inşa edilmek istenen ve bizim ‘’Berlin Duvarı ‘’ diye adlandırdığımız duvara karşı eylemselliklerden, ayrıca karayolları tarafından kesilmek istenen ağaçlara karşı yine çeşitli çalışmalar içerisindeyiz. Hewsel Koruma Platformu olarak da hem Hewsel’e çeşitli zamanlarda doğa yürüyüşleri yapmaktayız, bununla beraber son süreçte Unesco’nun Türkiye’ye gelişi açısından rapor hazırlama sürecimiz vardı bunu şimdilerde ertelenmiş olup, geleceğe yönelik bu konuda hazırlık yapmaktayız. Kent adına sözü olan bireylerden, TMMOB, BARO, İHD’ye ve kentteki partilere kadar istişarelerimiz var, ortaklaşmamız sürmektedir. Ayrıca Mezopotamya Ekoloji Hareketi tarafından yapılacak olan Su Forumu da Diyarbakır’da (Amed) yapılacak bunun için çeşitli hazırlığımız sürmektedir. 5 yıllık Orman Raporu çalışmamız sürmektedir, bu konuda Mardin Ekoloji Derneğinden, Şırnaktaki Ekoloji kurumlarına, Dersim’e kadar ortaklaşmaktayız. Yine Ekoloji Birliği’nde olmamız itibariyle ülkede çeşitli Ekoloji Mücadelesi gündemleşmelerinde ortaklaşmaktayız, birlikte çalışma yapmaktayız.

Cudi Dağı’nda yangın

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Sadece şunu eklemek isterim bireysel, örgütsel kaygılarımızdan çok yeni bir yaşam çabasında olmamız ve birlikte , yan yana durmanın dilini yakalamamız gerektiğine inanıyorum. Zira çocuklarımıza bir gelecek bırakamama kaygısı taşımaktayım. Hayvanların bile tecavüze, tacize uğradığı bir ülkede yaşıyoruz. Kadınlara yönelik şiddete, topluma dayatılan esarete, yok edilen ormanlardaki ağaçlara, bitkilere, güneşe hatta tüm evrene karşı sorumlu/borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Yeni bir yaşam ile telafi edilebilecek bir borçtur bu. Bu anlamda hepimizin yapabileceği bir şeyler vardır, bunları gücümüz ölçüsünde yapabilmeli, yaratabilmeliyiz.

Son olarak Murray Boockhin’den bir alıntıyla: “Bu toplumsal ve ekolojik krizler kavşağında, artık yaratıcı olmama lüksümüz yok; ütopyacı düşünce olmadan yapamayız. Yaşadığımız krizler ve önümüzdeki olanlar geleneksel düşünce tarzlarıyla çözülemeyecek kadar ciddi ve kapsamlı ki bu krizler de bizzat bu düşünce tarzlarının ürünüdür. Yıllar önce, 1968’in Mayıs-Haziran ayaklanmasında Fransız öğrencileri bu keskin alternatifler karşıtlığını sloganlarında harika bir şekilde dile getirmişlerdi: ‘Pratik olun! İmkânsızı yapın!’ Bu talebe, sonraki yüzyıla karşı karşıya kalan kuşak daha ciddi bir öğüt ekleyebilir: İmkânsızı yapmazsak, düşünülemezle karşı karşıya kalacağız.”

Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?

1990 doğumluyum. Harita mühendisiyim. Mardin kökenliyim. Mardin’den topluca göç edip Dıyarbakır’a yerleşmek durumunda kaldık. Sancılı bir süreç oldu. Şimdilerde yerleştiğimiz bölge kentsel dönüşüm sürecine girdi. Öncelikle çoğumuzun olduğu gibi şahsıma münhasır olarak da ekoloji mücadelesi ile tanışmam yerel üzerinden oldu. Üniversiteden mezun olduktan sonra Hewsel bahçelerine sahip çıkmak için platformun düzenlediği doğa yürüyüşlerine katıldığımda ekoloji mücadelesi ile de tanışmış oldum. Şimdilerde Amed Ekoloji Derneği olarak bileşeni olduğumuz Hewsel Koruma Platformu’nun eş sözcüsüyüm, bununla beraber Yeni Yaşam gazetesinde bir yıla yakındır yazıyorum. Yerel ve evrensel anlamda bir mücadelenin yürütücüsü olma çabasındayım. Hem Diyarbakır’da yaşamam, hem de Mezopotamya Ekoloji aktivisti olmam itibariyle, Şırnak Cudi’de, Dersimde, Kulpta, Hatay’da çıkan yangınlara karşı durdum. Hasankeyf ve Zilan deresinde yapılmak istenen barajlara bölgemizin tamamen ‘’güvenlik barajları” ile çerçevelenmesine karşı mücadele verdim veriyorum. Kaz dağlarında Alamos işgaline karşı da elimden geldiğince destek oluyor, olmak istiyorum. Ekoloji mücadelesinin bir yerinde durmaya çalışan bir aktivistim diyebilirim. Nacizane “Ekolojistim’’ demek istemiyorum, zira büyük bir iddia olabileceği kaygısı taşıyabilmekten öte, bunun altında ezilmek gerçeği var. Dediğim gibi işte bu şekilde özetleyebiliyorum.

NOT: Böylesine ayrıştırıcı, yıkıcı bir dil dolaşımda iken Vahap Işıklı’yı Ekoloji hareketinin  kurtarıcı rolü  hakkında iyimser kılan nedenleri anlamak, anlayabilmek bizler için de kurtarıcı olabilir. Vahap’ın tercihiyle Ahmedê Xanî’den bir alıntıyla söyleşimizi noktalıyoruz:

Ne şer, ne hêrs û ne jî pevçûnê, aşitî, aramî û xweşbîniye hilbijêrin. Ji ber kû ew yekîtî û hevgirtinê digihijînin.

Ne savaş, ne öfke, ne de çatışma, bunların yerine barışı, aydınlığı, hoşgörüyü seçin. Çünkü ancak bunlar birlik ve beraberliği yakınlaştırır.

15-16 Haziran 2019 tarihinde Diyarbakır’da Iklim krizi ve Gıda egemenliği Sempozyumu’ndan bir kare. Abdullah Aysu, Bülent Şık, Adnan Çobanoğlu, Doç. Dr. Zeki Kanay , Amed Ekoloji Derneğinden Bişar Içli de bu kare de yer alan isimlerden.
Paylaş.

Yazar Hakkında

3 yorum

  1. İhsan İçten yayın tarihi

    Sayın Işıklı’nın söyleşisinde yer alan birçok ifade gerçekten çok önemli, önümüzdeki ekoloji mücadelesinin nasıl olması gerektiği konusunda bizi aydınlatıyor. Hemen tüm söyleşilerde ifade edildiği gibi ekoloji mücadelesi, aslında yerellerden, tüme doğru bir sisteme karşıtlık mücadelesidir. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi ülkemizin Doğusundan Batısına birçok yerde doğa talan edilmekte, tarihi eserler sular altında bırakılmakta, yanan ormanlara gerektiği kadar müdahale edilmemektedir. Buna karşı yapılan mücadelelerde yer yer başarı elde edilse de, çoğunlukla yeteri kadar olumlu sonuç alınamamaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, bana göre “siyasi” ve “kişisel” egoların bu mücadelelerin bir arada, “omuz omuza” yürütülmesine engel olmasıdır. Mücadele alanlarında çok farklı oluşumlar, çok farklı ideolojiler bir araya gelebilir, çok farklı mücadele yöntemleri ileri sürülebilir, başarı amaçlı. Bu farklılıkları anlayışla karşılayıp, bunları ayrışmanın öznesi haline getirmemektir önemli olan. Ekoloji hareketlerinde bu birleştirici, ortak dil yakalanırsa, eminim ülkemizin birçok alanındaki mücadelelerde de, bu ortak dilin yaratacağı hoşgörü ve empati, bu alanlarda mücadele eden kitleleri bütünleştirici rol oynayacaktır. Bu nedenlerle, yaşanmışlıklardan ders çıkarabilmeli, özeleştiriyi yerine göre yapabilmeli, çok daha önemlisi kendimizi ve bağlı olduğumuz ideolojimizi her şeyin üzerinde görmemeliyiz. Bunun kolay olmadığının farkındayım ama Sayın Işıklı’nın dediği gibi “umuda mecburuz”.

    • öncelikle Amed gibi tarihi ekolojik sosyal gündemleri daha çok politik dinamizmi ile anılan bir Kürt coğrafyasında ekoloji hareketinin yetmezliklerini,edilgen ve kendi içindeki açmazarını ,paradokslarını anlayabiliyorum.Nitekim Röportajın genel havasından da bu var.Ancak yinede bu son derece politik ve çatışmalı coğrafyada bir ekoloji hareketinin varlığını bütün yetmezliklerine eksikliklerine rağmen sürdürebilmesini de son derece önemsiyorum,değerli buluyorum.Röportaj da diğer ekoloji hareketleriyle ortaklaşma vb. konular için bölgedeki ekokırımlara karşı daha çok “sahiplenme “ vurgusuna katılmakla birlikte asıl sahiplenmenin Amed ve çevresindeki diğer Kürt bölgelerinde yaşayanlardan geçtiğini belirtmek istiyorum. Hasankeyf ‘te yaşanan kusurlu sahiplenmede başta Hasankeyfliler olmak üzere, Amedddeki ekoloji kolektifinin edilgen tutumuda rol oynamıştır.Hasankeyf teki ekolojik yıkımın görünmeyen enkazında ne yazıkki bölgedeki ekoloji hareketleri’inde payı vardır. Röportajda Hasankeyf ‘e dair sessizliğin suskunluğun olması da biraz burdan kaynaklanıyor sanırım.
      ”Hasankeyf Matters” ve bölge dışından gelen dayanışma çabalarının dışında ki Hasankeyf direnişi ve trajik sonu , devletin olağanüstü baskısı yanında bu büyük özürler eşliğinde gerçekleşmiştir.Bunu artık utanmadan, bunalmadan açık yüreklilikle dillendirmek gerekir diye düşünüyorum.Nitekim bu coğrafyadaki ekoloji hareketinin ileriye dönük başarısı da biraz Hasankeyfteki bu kötü sınavınden çıkaracağı derslere bağlıdır.Bu da benim dostane eleştirimdir. Sevgi dostluk ve dayanışma ile .

    • Öncelikle Amed gibi tarihi ekolojik sosyal gündemleri daha çok politik dinamizmi ile anılan bir Kürt coğrafyasında ekoloji hareketinin yetmezliklerini,edilgen ve kendi içindeki açmazlarını ,paradokslarını anlayabiliyorum.Nitekim Röportajın genel havasında da bunu görüyorum. Ancak yinede bu son derece politik ve çatışmalı coğrafyada bir ekoloji hareketinin varlığını bütün yetmezliklerine eksikliklerine rağmen sürdürebilmesini de son derece önemsiyorum,değerli buluyorum.Reportaj da diğer ekoloji hareketleriyle ortaklaşma vb. konular için bölgedeki ekokırımlara karşı daha çok “sahiplenme “ vurgusuna katılmakla birlikte asıl sahiplenmenin Amed ve çevresindeki diğer Kürt bölgelerinde yaşayanlardan geçtiğini belirtmek istiyorum. Hasankeyf ‘te yaşanan kusurlu sahiplenmede başta Hasankeyfliler olmak üzere, Amedddeki ekoloji kolektifinin edilgen tutumuda rol oynamıştır.Hasankeyf teki ekolojik yıkımın görünmeyen enkazında ne yazıkki bölgedeki ekoloji hareketînin de payı var. Röportajda Hasankeyf ‘e dair herşeyi dévlet baskısından kaynaklı zorluklarla açıklayan ve başka bir şeye değinmeyen sessizlik,suskunluk biraz da burdan kaynaklanıyor sanırım. Oysa gerçek şu ki,
      ”Hasankeyf Matters” ve bölge dışından gelen dayanışma çabalarının dışında ki Hasankeyf direnişi ve trajik sonu , devletin olağanüstü baskısı yanında bu büyük özürler eşliğinde gerçekleşmiştir.Bunu artık utanmadan, bunalmadan açık yüreklilikle dillendirmek gerekir diye düşünüyorum.Nitekim bu coğrafyadaki ekoloji hareketinin ileriye dönük başarısı da biraz Hasankeyfteki bu kötü sınavınden çıkaracağı derslere bağlıdır.Bu da benim dostane eleştirimdir. Sevgi dostluk ve dayanışma ile .

Yanıt Cancel Reply