İnsan ve doğa

0
Geçen yazımızda belirtmiş olduğumuz gibi, antroposen, insan merkezli olmaya başlayan bir dünyada, insanların doğa karşısında aldıkları tavırla alakalı bir kavramdır; doğayı yok etmekte olan yeni bir insan kültürünün; yani, insan merkezli dünyayı yaratmakta olduğunu hatırlamaktayız.

Halbuki kapitalosen kapitalizmin yok ettiği, son üç yüz yıldır yaşamakta olduğumuz dünyayı ifade etmekte. Bu son dönem nerdeyse elli sene gibi kısa bir dönemde doğayı mahvetme ivme kazanarak hızlandı; burada kapitalin büyük bir rolü olduğunu göz ardı etmek imkansız durmaktadır. E. Hobsbawm, buna insan çağı değil ama kapital çağı adını vermekteydi; insanlık kapitale kurban edilmişti. Bir anlamda sermaye ele geçirdiği topraklar üzerinde doğal kaynakları ürün ve atık haline çevirip entropi yaratmaktadır. Bu anlamda, toprakta yaratılan entropi elde edilen ürünlerin üzerindedir; buradan itibaren biyosferde gaz emisyonları sera etkisi yaratmaya başlamıştır.

Eşitsiz mübadele tezlerini savunan 1970’li yılların Marksist ekonomistleri ve sosyologları, bu anlamda kapitalizmin analizinde, merkez ve çevre ülkeleri arasındaki mübadelenin aynı zamanda ekolojik bir eşitsizlik yaratmakta olduğunu dolaylı bir şekilde geliştirmişlerdi. Felsefi açıdan bakıldığında da bir düşünce tarihi önümüze çıkmakta: Bizim deney dışı dünyamızdaki bilinmezlikler üzerine gelişen fikirler başka bir şekilde benzer sonuçlara yol açmıştı.

Modern gidişatın başlangıç aşamalarına geldiğimizde, şematik bir tarzda ilerlersek Descartes’ten itibaren erken modern düşünce şüphe ve kesinlik arasındaki ilişkiyi sorun etmişti. Şüphe duyulan dış bir dünyayı anlamak için, cogito sayesinde, aklın kendisini dış bir alanda nesenelleştirmesi gerekmekteydi. Ancak, bu nesnellik sayesinde akıl dış dünya ile hakikat ilişkisine girmeye muktedirdi ve bu ilişkiyi sağlayacak olan bir Tanrı fikrinin “analitik a priori” si ön plana konulmaktaydı.

Ardından Kant’ın a priori evrensel bilgisi, ön koşul olarak, dış dünyadaki hakikati anlamaya muktedir olabileceği tezini ortaya atmıştı. Tanrı yerine antropoloji merkezli bir anlayış, evrensel olanı kendi bireyselliğinde, ampirik olarak gerçekleştirebilecekti. Dini olan seküler bir alana doğru yerleşmeye başlamak üzere, hakikat ile kurulacak ilişkide, fenomenolojik bir bilgi haline sokulacaktı. Burada artık, insanın niyeti ile eğilimleri hakikat ile ilişkili olanı ortaya konulacaktı. Burada hep, hakikati bulmak ve anlamak üzere olan dış dünya düşünebilecekti.

Bundan sonra ise, 19.yüzyılın sonunda, bilimin kendi kesin olmayan sınırları, insanın hakikat veya bilimsel hakikat ile olan bağları yoğunlaşmak yerine zayıflamaya başlayacaktır. Belirsizlik ve kesinsizlik ilkesi, bilimsel olarak, kendi alanını kolonize etmeye başladığında, hakikat ile olacak direkt ilişki bertaraf edilmeye çalışıldı. Bilim dünyası ampirizm ile ilişkilenmeye başladığında ise, Descartes’in dış dünyanın belirsizliğiyle olan ilgisi hala aşılamayan bir bilgi olarak kalmaya devam ediyor. Nasıl dış dünyayı anlayabileceğiz, ilksel ve önsel olanın kabulünü bıraktığımızda? Veya insanın kendi merkezindeki bilgi ile hakikat nasıl birbirleri içine girebilecektir?

Bu durumda Bruno Latour’un ileri sürmüş olduğu durumumuza geleceğiz: Kant’ın öne sürdüğü transandantal ego ile bugün arasındaki fark: Egonun yerini alan bir sosyal alan olacak. Yani, egoların yerine farklı kültürlerin ayrı ayrı evrensellik iddialarını mevcut olduğu bir dünyaya gireceğiz (medeniyetler çatışması veya bütünleşmesi bu anlama gelmekte: Yeni bir evrensel arayışı). Biz, buna antropolojik bir felsefi düşünceden sosyolojik bir felsefi düşünceye giden yol olarak bakabiliriz. Ancak daha sonra, doğanın merkeze gelmeye başladığı bir durum ön plana çıkmaya başladığında “insan–sonrası” diye adlandırılan “doğa-toplum” ve “insan insan-olmayan varlıklar” arasındaki hiyerarşinin ortadan kalktığı bir beraberlik durum içine girmeye başladık.

Burada sorun artık, mücadele alanlarının; sosyal alanlardaki sorunlardan çok doğal sorunları ortaya koyduğunu tespit etmekteyiz. Dünyasal en önemli sorun ekoloji olarak durmakta; ancak bu sorunun tek başına kendi kendine çözülebileceğini sanmak tarihi olanı unutmak anlamına geleceğinden, tarihi olarak sosyal mücadelelerden doğaya ait ekoloji mücadelelerine doğru bir savaşım yolu başlayacak gibi durmakta. Amazonlardaki yerli kabilelerin yerlerinden edilmesinden başlayan ve aynı zamanda hayvan türlerinin de kesilen ağaçların alanından kaçışmaları bir hayatta kalma sorunu olarak gözükmekte. Kaz dağlarında kesilen yüzlerce ağacın yok edilmesiyle kaçan ceylanların görüntüleri içler acısı bir durumu ortaya koymakta !

Sadece insanları değil, aynı zamanda bitkileri, ağaçları yok eden maden arama siyaseti ve iktidarların bu duruma susmakla kalmayıp bir de destek politikalarına göz yuması vahimdir ve kaldırılması güç bir ahlaki vaziyeti gözler önüne sürmektedir. Bu doğal, ekolojik, hayvan ve bitki yıkımı aynı zamanda insani yıkımdır da. Yerlerinden edilen hayvanlar, yok edilen kesilen ağaçların yanında insanların yaşama alanları, su ve hava imkanları da kısıtlanmaktadır. İnsanlar da yerlerinden yurtlarından edilmektedirler. Yaşama imkanları doğal olarak kısıtlanmaktadır. Yerlerinden edilen insanları şehre mahkum eden bir zorunlu göç politikaları her zaman, böyle vaziyetlerde, gündeme gelmiş gözükmekte.

O halde, evrensel olan yeni bir şey ufukta belirmektedir: Bu bildiğimiz şekliyle egonun transandantal olan hali değildir, ne de Kant’ça önsel bilginin evrenselliğidir. Burada artık, evrensel bir “yaşam alanının” katli söz konusudur. Nefes alma imkanları sadece yerele bağlı olmaktan çıkmış, küresel ısınmayla birlikte evrensel bir sorun haline dönüşmüştür. Sadece tarım alanları ve su kaynakları değil, aynı zamanda “yaşamın imkanlarını” yok eden bir sosyal alan ortada durmaktadır. Ne yapacağını şaşıran bir insanlık hali önümüzde durmaktadır. Evrensel artık söylendiği gibi “kapitalizmin kendisi” olmaktan çok daha fazla “doğa ile insanın ortak” yıkımı haline gelmiştir: Evrensel yıkım ilkesi.

Vektörler değişime uğradı. Sanayi toplumu ve modernlik içinde olmaktan uzaklaştık. Sınıf mücadeleleri sürmekte; ancak merkezi bir konumda “tarihin motoru” olmaktan çok değişkenlerin çeşitliliğinden birisi haline girmiştir. Emeğine yabancılaşan insanın yanında, doğasına ve ahlakına yabancılaşan bir insanlık durumu yaşamaktayız. Siyaset ise kendisine yabancılaşmış duruyor. Politik olan insanın iyi yaşamasının çarelerini arayan bir düşünce olmaktan çok, çıkar gruplarının yanında duran ve kendi çıkarlarını kollayan bir rüşvetli çürüme alanı olmaya başladı. Bugün mücadele alanı ekolojik olduğu kadar insani ve insan-sonrasıdır da. Sadece insan-sonrası bir teknoloji üzerine veya sadece doğa ve hayvan veya bitki değil, insanın da bunlarla aynı doğa içinde yaşadığını göz ardı etmeyen bir düşünce olarak Üç Ekoloji’ye (Félix Guattari) ihtiyacımız var ! Ekolojik olan sadece doğayla veya yeşil çevreyle ilgili olmaktan uzaktır. Kanımca, zihinsel ve politik ekoloji bundan bağımsız düşünülemez. Bunlar birbirlerine kenetlenmiş bir şekilde var olmaktalar. Biz de bu kolektif beraberliğin içinden geçmekteyiz. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, organik ve inorganik maddeler: Hepimiz zincirlenmiş durumdayız, iç içe girmiş bir haldeyiz. Bunlardan birine öncelik vermek zorunda değiliz; hepsi aynı anda olmalı!

Kaynak: T24

Share.

About Author

Leave A Reply