Nurşin Altunay ile söyleşi: Koronavirüs süreci ekolojik kıyametin burnumuzun dibinde olduğunu fark ettirdi

0


Ekoloji ve Yaşam Gazetesi Yeşil Direniş; “Türkiye’de Koronavirüs Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşiler serisi devam ediyor. Bugün, bir anne olan, protesto eylemlerine zaman zaman çocuklarıyla da gelen müzmin aktivist Nurşin Altunay ile konuştuk; “Distopya diye baktığımız filmlerde seyrettiğimiz şeylerin gerçekleşmesi, ekolojik yıkımla ilgili bir çok uyarının da komplo teorisi olmadığını, ekolojik kıyametin de gayet burnumuzun dibinde olduğunu fark ettirdi. Yok oluşa doğru giden yolun etkisini direkt hissetmesek de yolu görebilmeye başladık”

Söyleşi: İsmail Akyıldız / 10 Mayıs 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi

Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?

Mücadele veya olana bitene itiraz diyelim, başladığı an elbette birikim de başlar, bana göre. Bu bir yoldur ve bilinçli veya bilinçsiz mutlaka bir yol alınır. Sanırım önemli olan bu yolu değerlendirebilmek, öğrenmektir. Birikim dediğimiz şey sadece bilgiyi paylaşmak değil, ayrıca çıkarımlarda bulunabilme yeteneğidir. Her mücadele özeldir. Her deneyim farklı bakış açıları, problemlere farklı çözüm önerileri, farklı davranış biçimleri de içerir. Keşke tek bir problem, tek bir çeşit, tek bir yol olsa. O zaman bir kerede deneyimler, bir kerede öğrenir ve onu kolaylıkla geliştiririz. Ekoloji mücadelesinde temel ilkeler konusunda zaten uzlaşıyoruz. Ancak hem yaşananlar, hem yöntemler çok çeşitli. Her bir deneyim eğer birikim bir havuzsa ona yepyeni bir şey katıyor. Devasa bir havuzdan söz ediyoruz yani. Tek tipleştiremediğimiz bilgilerden. İşte burada bir yöntemi her duruma uygulayamayacağımızı biliyoruz ve bu sebeple de öğrendiklerimiz ufkumuzu açmaya, farklı bakmaya da sebep oluyor. Birikimlere muhtacız. Yolumuzu açıyorlar.

Yaşadığımız coğrafyada oldukça fazla birikimimiz var. Bunların paylaşıldığı alanlar çoğaldıkça da güçleniyoruz. Elbette birikimin artması sorun sayısının da fazlalığına işaret ediyor. Keşke hiç sorunumuz, hiçbir birikimimiz olmasaydı. Ama var maalesef. Bunlar gelecekte daha güçlü mücadelelere, daha fazla kazanıma sebep olacaktır. Sadece olumlu deneyimlerden değil, olumsuz, sonuç alınamayan deneyimler, mücadeleler de çok şey öğretiyor. Bir ÇED’in iptal edilmesi, bir yerel mücadelenin ÇED iptali için dava açmasına sebep olabiliyor. Zira elde edilmiş bir iptal, “Bizimki de iptal edilecek” fikrini yeşertiyor. Sonrasında neler olabileceğini, şirketlerin hangi farklı yollardan neler deneyeceğini de biliyoruz. Olayı ele alış biçimimiz, ihtimaller de aklımızın bir köşesinde duruyor ve daha dikkatli davranıyoruz. Baştan kaybedilen mücadelelerde de, uzun yıllar gündemde olan ve sonrasında kaybedilen mücadelelerde de bizlere “Keşke” dedirten her şey birikimin önemli bir parçasıdır. Bir Hasankeyf örneği, buradaki durum, hatalar, doğrular, mücadele biçimleri bize çok şey öğretti mesela. Belki Hasankeyf kurtarılamadı. Belki başka bir yer kurtarılacak bu birikim sayesinde. Birikimi olumlu veya olumsuz diye değerlendiremeyiz bence. Olumludan da, olumsuzdan da çok şey öğreniyoruz. Olumlu birikimler elbette sayısı az bile olsa çok daha kuvvetli. Ama olumsuz olaylar da bize neyi yapıp neyi yapmamak gerektiğini, nerede durup nasıl hareket etmemiz gerektiğini öğretiyor.

Koronovirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/oynar mı? Salgın hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşulların avantaj ve dezavantajları nelerdir?

İnsanların kendilerini, hayatlarını, önceliklerini sorguladığı bu süreçte kapitalizmin doğa üzerindeki tahribatının salgınla ilişkisi üzerine çok konuşuldu. Distopya diye baktığımız, filmlerde falan seyrettiğimiz şeylerin gerçekleşmesi, ekolojik yıkımla ilgili bir çok uyarının da komplo teorisi olmadığını, ekolojik kıyametin de gayet burnumuzun dibinde olduğunu fark ettirdi. Yok oluşa doğru giden yolun etkisini direkt hissetmesek de yolu görebilmeye başladık. Covid 19 Çin’deyken başka bir şeydi. Bizden uzak bir coğrafyada bir şeyler oluyordu ve izliyorduk. Sonra bizim de yaşamımız oldu. Kutuplarda olanlar, okyanuslardaki çöp girdapları, yangınlar, fırtınalar ekranda gördüğümüz bir video, bir fotoğraf, dinlediğimiz bir bilgi iken şimdi bu sorunların hepsinin temelimizi yavaş yavaş çürüttüğünü ve güvende olmadığımızı, hiç ummadığımız bir anda korunaklı yaşam alanlarımızın alt üst olabileceğini seziyoruz. Olmaz veya bize ulaşmaz sandığımız bir sürü şeyle baş başa kalabiliriz. Bu süreçte birçok insan şehir yaşamını sorguladı kanımca. Issız dağlar kalabalık şehirlerden daha güvenli görünmeye başladı. Şehrin karmaşasından göremediğimiz doğayı fark ettik ve normalimiz olan şeylere, denizin kenarına inmek, parkta bir ağacın altında oturmak ulaşılamaz bir şeye dönüştü. Belki ev hayvanımız için “O burada çok mutlu.” derken, “Acaba?” demeye başladık. Bir çoğumuzun belki de ömrünü adayarak kurduğu ev, içinde bizi oyalayacak onca şey olmasına rağmen birer hücreye dönüştü. Bu elbette çok sarsıcı. Belki hapsolmanın anlamını bir parça daha iyi kavradık. Belki hayatın bizsiz de gayet güzel aktığını, ama bizim onsuz yani doğa olmadan hiç iyi akamadığımızı anladık. Ne kadar modern olsa da bir kentin insana aslında ne kadar yabancı ve mekanik olduğunu duyumsadık. Aldığımız yiyeceklere güvenemedik. Dünyayı yönettiğimizi, hayata hakim olduğumuzu zannediyordu bazılarımız. Kontrolün bizde olmadığını, sistemin bizlerden bağımsız kuralları olduğunu kavradık. Bütünün parçasıyken kendimizi bütünü yöneten sanmanın koca bir balon olduğunu, aslında ne kadar aciz ve savunmasız olduğumuzu hatırladık. Özetle doğa bizden bir şey istemiyor aslında. Sadece öylece durmamızı, müdahale etmememizi, bozmamamızı istiyor. Hiçbir şey yapmasak yeterli. Durmamızı hatırlattı en azından bir kısmımıza. Kapitalizmin ışıkları söndü.

Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugun ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?

Küresel ekolojik kriz adı üstünde yerküreyi etkiliyor. Buna şu an tanıklık etme oranımız hiçbir şeyi değiştirmez. Direkt yaşamadığımız durumlar bile bizim sorunumuz. Bir penguenin derdi bizim derdimiz. Güney Amerika’daki iklim göçmenliği bizim meselemiz. Bir kaya gazı sondajında yerin altında neler olduğu bizim çıkmazımız. Türkiye bence bu krizin tam göbeğinde. Zira yapmak, onarmak yerine yıkmak katlanarak devam ediyor. İnsanlar fosil yakıtlarla ilgili birleşmeye ve ayağa kalkmaya çalışırken termik santral yapılıyor. Sonuçları korkunç olan HES’ler konusunda hala ısrar ediliyor. Park gibi yapay bir şey için doğaya beton dökülüyor. Bir yandan bilim insanları “İklim krizini durdurabilmek için acaba ağaç dikmek işe yarar mı, kaç tane ağaç bizi kurtarabilir?” hesabı yapmaya çalışırken ormanlar yok ediliyor. O kadar ironik ki bu. Ekosistem hakkında bir fikrimiz yok. “Ne yaparsak ne etkileniyor, bu zincirleme bir yıkım yaratır mı?” sorusunu sormaya bile gerek yokken, bunu zaten biliyor olmamız gerekirken bu kadar basit bir soruyu sormak bile büyük bir çaba gerekiyor. Gerçi yok ederek var olan hiçbir yapı bu soruyla ve cevabıyla ilgilenmiyor. Onların derdi sadece kazanç. Ama insanların bu tür soruları yaşamın her alanında, her yerde sorması gerekir ki o şirketler, devletler durdurulabilsin. Bir sürü zarar veren proje “doğa dostu” diye sunuluyor. Bu tanımlar üzerinde düşünmek, alt yazıları okumak zorundayız. Hem sürdürülebilirlikten bahsedip hem hibrit tohuma geçmek, tarlaları kısır tohumlarla yeşertip, çiftçiyi her sene tohum satın almak zorunda bırakmak nasıl bir çelişkidir? Bu bağımlılık değil de nedir? Üzerinde konuşmamız bile abesken nükleer santral gibi bir şeyi tartışıyorsak, Allah’a koşulsuz itaat ettiğini söyleyenlere “İnançlısınız madem onun yarattığını değiştirmeye, olmayan su yolları açmaya, rüzgarların yönünü değiştirmeye, göçlere sebep olmaya, bitki örtüsünü ortadan kaldırmaya nasıl niyet edebiliyorsunuz? “ diye soramıyorsak bu sistemi nasıl durdurabiliriz? Doğayı sömürebildiği kadar sömürmeye çalışan bir sistem bu. Kendini merkeze doğayı ise çevre adı altında etrafına koyarak algılayan akıl için doğa adeta sadece nesne. Türkiye’nin ekoloji sorunları için bir sıralama yapmak bence mümkün değildir. Her biri çok acil, her biri çok önemlidir. Kaz Dağları ne kadar önemliyse, Anadolu’da küçük bir dağdaki taş ocağı da aynı önemdedir. En küçük bir etki de, çok büyük bir yıkım da eşit derecede önceliklidir. Zira doğa bizim gibi kategorize etmiyor. Hızlı ya da yavaş her yok edişin dünya üzerinde bir etkisi var. Bir karıncanın yaşamı da kıymetli, bir kutup ayısının da. Bir ot bile yaşamı tamamlayan bir şeydir. Kısacası yaşamı yok eden tüm politikalar, direkt bizi etkilesin veya etkilemesin, bizim coğrafyamızda olsun veya olmasın, etkisini hissedelim veya hissetmeyelim önemlidir ve önceliklidir.

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?

Ben doğanın kendi devrimini yapacağına inananlardanım. Ondan alınan her şeyi geri alacak kadar kuvvetli. Belki ancak o noktada herkes doğanın dilini anlayacak. Şimdi sadece bazı insanlar bu mücadeleyi sürdürüyor. Bu da bazen yetmiyor. Bir kişinin çabası ile elde edilen kazanımlar elbette var. Ancak yeterince desteklenemediği için kaybettiğimiz çok önemli yaşam alanlarımız, haklarımız da var. Bazen büyük sayılara ulaşmamız gerekiyor. İtiraz eden kişi sayısı bazen çok önemlidir. Aynı anda bir çok yerde mücadele verilmek zorunda kalındığı da oluyor. Bu insanlar hangisine koşsun, hangisine bilgisini aktarsın? Daha duyulur ve etkili olmak için elbette daha fazla yaşam savunucusu lazım dünyaya. Hatta tüm insanlar birer yaşam savunucusu olmalı. O zaman eminim bambaşka olur hayatlarımız.
Şu an ekoloji mücadelesi kaybettikçe yükselecek bir mücadele gibi görünüyor bana. Yıkım arttıkça daha fazla insan bir yaşam savunucusuna dönüşecek. Meselenin çevreci olmak, çiçeği ormanı sevmek olmadığını, musluğu kapatmakla sularımızı koruyamadığımızı, aslında temel ihtiyaçlarımızın sandığımızdan çok daha az olduğunu, problemin sistemden kaynaklandığını v.s. mecburen anlayacağız. Büyük resim göremeyeceğimiz kadar büyük ve yapmamız gereken sadece durmak gibi çok basit bir şey. Doğayı olumsuz etkileyecek hiçbir şey yapmasak, sadece dursak her şey yoluna girecek. Bir gün herkes bunu kavrayacak diye düşünüyorum. Yaşam karşısında sermayenin durmasını talep edip bunu onlara yaptırabildiğimizde yaşam kazanabilir.

Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?

Ekoloji hareketinin ne kadar parçası olduğumu bilemiyorum. Doğayı yok eden tüm projelere itiraz ettim. Bazen direkt içinden, bazen uzaktan takip ettim. Bir gruba dahil olduğum da oldu. Ancak genel yönelimim “Hangi dağ efkarlıysa oradayız” şeklindedir. İnsan çok kıymetli. Ama bir ağaç, bir dere taşı, bir solucan, bir kır çiçeği de onun kadar kıymetli. Benim ekoloji hareketiyle tanışmam Allianoi ismindeki antik sağlık yurdunun baraj sularına gömülmemesi için verilen mücadeleye dahil olmamla gerçekleşti. İlk öğrendiğim şey barajların bir ömrünün olduğuydu. Buna çok şaşırmıştım. O güne dek hiç düşünmediğim bir şeydi. Sonra biraz araştırdım. “Barajların ömrü bitince neler oluyor? Kaç yıllık bir ömürden bahsediliyor?” gibi sorularım vardı. Barajların insanların hayatını nasıl dönüştürdüğü ile ilgili okuduklarım, toprağın tuzlanması, yerküredeki basınç, sular altında kalan verimli topraklar, iklime etkileri, ekosistemin çökmesi v.s. bir sürü şey öğrendim. Sanırım o noktada ekoloji mücadelesi içine dahil oldum. O günden sonra da ne kadar yapabilirsem, ne kadar dahil olabilirsem olmaya çalıştım.

Paylaş.

Yazar Hakkında

Bir Yorum Bırakın