Dr. Gaye Yılmaz ile söyleşi: Ekoloji Sorunlarının Asli Nedeni; Kapitalist Toplumsal Yapı

0

Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi “Türkiye’de Koronavirüs Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşiler serisi Dr. Gaye Yılmaz’ın katılımıyla devam ediyor; “Koronavirüs sürecinde tek başına ozon tabakasındaki deliğin kapandığına dair bilgi bile, ekoloji hareketlerinin on yıllardır toplumlara anlatmaya çalıştığı küresel ısınma, iklim değişikliği, buzulların erimesi ve diğer ekoloji sorunlarının asli nedeninin kapitalist toplumsal yapı olduğuna dair tezini doğrulamaya yetiyor.”

Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?

Ekoloji hareketlerine zamansal bir perspektiften baktığımda insanın doğa ile kurduğu ilişki, mülkiyet kavramının toplumlara egemen hale geldiği dönemden itibaren hep sorunlu olagelmiş. Ne zaman ki bu sorunlu ilişki insanların yaşamlarına doğrudan değmeye başlamış, işte o zaman insanlar da örgütlenme, kolektif tepki gösterme ve itiraz etmenin yollarını aramaya başlamış. Pek çok çalışmada ekolojik tepkilerin 19’uncu yüzyıl sonlarında görüldüğü yazılsa da, ben bu tarihin sanayi devrimine kadar geri götürülebileceğini düşünüyorum. Soru, “birikim”den söz ettiği için erken dönem pratiklerinin tıpkı genlerin nesilden nesle aktarılması gibi günümüz ekoloji hareketlerine deneyim aktardığını söylemek yanlış olmaz. Yine de, ekoloji hareketlerinin toplumsal yaşamın kritik dönüşüm aşamalarında ortaya çıkan farklı ekolojik sorunlar etrafında örgütlendiğini söylemek gerek. Bu olguya ve soruna göre farklılaşma ise “yeni” hareketlerin –yine gelecek kuşaklara aktarmak üzere- özgünlüklerini kazandıkları süreçler. Örnek vermek gerekirse; 1960’lı yıllarda “rüzgâr, güneş bize yeter” diyerek fosil yakıtlara ve nükleere karşı yenilenebilir enerjiyi açıkça ve hiçbir istisna gözetmeden destekleyen ekoloji hareketleri 2000’li yıllarda derelerin hızla tükenmesi ve tarım alanları etrafında mantar gibi biten rüzgâr gülleri karşısında yeni iç tartışmalara başlamış durumda. Ve bu durum aslında hareketlerin büyümesi, olgunlaşması ve kendi yolunu bulması açısından son derece önemli ve gerekli. Son olarak, eğer yönelimlerinden, birikiminden, iç tartışmalarından söz edebiliyorsak ortada tartışmaya değer ölçekte bir hareket vardır.

Koronovirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/ oynar mı? Salgın hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşulların avantaj ve dezavantajları nelerdir?

Koronavirüs sürecini iki farklı aşama olarak ele almak isterim. Birincisi izolasyon süreçleri ki bu tüm dünyada ekonominin, finansın, üretimin neredeyse durma noktasına geldiği bir süreç. Tek başına ozon tabakasındaki deliğin kapandığına dair bilgi bile, ekoloji hareketlerinin on yıllardır toplumlara anlatmaya çalıştığı küresel ısınma, iklim değişikliği, buzulların erimesi vd ekoloji sorunlarının asli nedeninin kapitalist toplumsal yapı olduğuna dair tezini doğrulamaya yetiyor. Başka bir deyişle, hiç kimseye yaramadıysa bile Korona salgınının doğanın bir nefes almasına, biraz olsun toparlanmasına yaradığı aşikar. Tabii, Türkiye gibi bu izolasyon süreçlerini daha ileri düzeyde doğa katliamları için bir fırsat gibi değerlendiren ülkeleri hariç tutmak gerekiyor.

Fakat Korona krizi hafifledikten ya da bittikten sonra neler olacağını konuşmak çok daha önemli. Kasım ayında Londra’da bir üniversitede düzenlenen küresel ısınma ve sendikalar konulu bir workshop’a katıldım. Tartışma esas olarak küresel ısınma sorun karşısında işçi örgütlerinin ne yapması gerektiğine odaklanmıştı. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) temsilcisinin, küresel ısınmaya çözüm olarak milyonlarca işçiyi işsiz bırakacak yapay zekaya dayalı üretim süreçlerine geçilmesini hararetle savunduğuna tanık oldum. Böyle bir savunmanın temelde iki ciddi yanılsaması var. Birincisi yapay zekaya dayalı, görece işçisiz, insansız üretim süreçlerinin “temiz” olduğu ve küresel ısınmanın önüne geçeceği iddiası. Yalnızca nihai üretime (yapay zekanın devrede olduğu süreç) bakarak bir üretimin yer küreyi ısınmaktan koruyacağını söylemek mümkün değil. Bu tıpkı “şirketlerin sosyal sorumluluğu” adı verilen ilkelere benziyor. Çok uluslu şirketler bu kodlara uyacaklarını taahhüt ediyor, fakat üretimlerini ikinci, üçüncü hatta beşinci düzeydeki alt üretim noktalarına (taşeron zincirleri) taşıdıkları ve bu alt zincirler sermaye yetersizliği dolayısıyla söz konusu ileri teknolojilere geçemedikleri için dünya eskiden olduğu gibi kirlenmeye ve ısınmaya devam ediyor.

İkincisi ise emek örgütlerinin ileri teknolojiye geçilen, yani artı değer üretiminin daha hızlanıp büyüdüğü süreçleri kendi üye tabanlarının aleyhine bir duruma dönüştürme konusunda bu kadar istekli olması. Temiz bir üretim, işçinin hayatını riske etmeyecek bir üretim yöntemi herkesten önce işçi sınıfının bizzat kendisi için gerekli, istenmesi ve savunulması gereken bir durum. Öte yandan bu yeni üretim organizasyonu işçi sınıfını işsizlik ve açlıkla terbiye etmeye, onu ekoloji hareketleriyle bir kez daha karşı karşıya getirmeye kalkıştığında emeğin kolektif bir cevabı olmalı. Ve bu cevap işçi sınıfının hem doğa ile barışık üretebildiği hem de kendisinin aç kalmadığı bir duruma tekabül etmeli. Özetle; Korona sonrası süreçte daha temiz ve virüs kontrolü daha kolay olacağı gerekçeleriyle üretimde yapay zekaya geçme girişimlerinin hız kazanacağını öngörmek zor değil. Başka bir deyişle, belki de tarihte ilk defa geleneksel olanın tersi yaşanıyor ve ekolojik iddialara dayandırılan bir üretim organizasyonu işçi sınıfına dayatılıyor. Burada emek ve doğa örgütlerinin nasıl konumlanacakları son derece önemli, zira bu konumlanış sınıf mücadelesi ile ekoloji mücadelesi arasındaki uzlaşmaz görünen karşıtlığı ortadan kaldıran, bu iki mücadeleyi ortaklaştıran bir yere evrilebilir. Yeter ki bu iki mücadele doğru talepler, doğru söylemlerde birleşebilsinler. Yeter ki bildik bir teknoloji düşmanlığını aşan, her yeni teknolojinin sermaye sınıfı için daha üst derecede bir birikime denk düştüğünü bilen ve bu nedenle aynı teknolojinin yeni işsizler üretmek yerine var olan işsizliği ortadan kaldıracak şekilde de kullanılabileceğini gösteren cevaplar üretebilsinler.

Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?

Sanırım Türkiye’de bugün için en büyük risk altında olan yerlerin başında su kaynakları ve orman alanları geliyor. Benzer şekilde verimli tarım alanlarının sanayi üretimine açılması da gelecek açısından büyük risk taşıyor. Aslında doğanın kendi hareket kanunlarını, ya da doğanın kendi diyalektiğini düşündüğümde bu öncelik sıralaması da pek anlamlı gelmiyor. Tıpkı su varlıklarının yer altı ve yer üstü şeklinde ayrı ayrı ele alınması gibi. Doğa, insanların algoritmalarından bağımsız hareket ediyor. Örneğin; ekolojik sistem açısından şöyle bir öncelik ya da sonralık yok: “yer üstü kaynaklarımız azaldı, öyleyse bundan sonra yeraltı su kaynaklarımızı seferber edelim.” Zira yüzey sularındaki her zayıflama, azalma yer altı sularının da daha alt tabakalara kaçmasına tekabül ediyor. Ya da tam tersi, biz, yüzey sularımıza dokunmayalım, şık duruyor, önce yer altı sularından başlayalım diyebiliriz. Fakat bunu yaptığımızda hiç dokunmamış olsak bile yüzey sularının da debisi düşer, miktarı azalır. Çünkü yer altı ve yüzey suları sürekli bir etkileşim halindedir. Ve doğanın insan dışındaki bütün bileşenleri birbiriyle sürekli etkileşim halindedir. Bir tek insan, kendisi de doğanın bir bileşeni değilmiş gibi, hatta doğaya düşmanmış davranır bunun da asıl nedeni insanın içinde yaşadığı toplumsal sistemdir.

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?

Ekoloji hareketleri için farklı coğrafyalarda farklı yönelimler öngörmek daha doğru olur. Bunu sadece her coğrafyada öne çıkan ekolojik sorunun farklı olabileceği öngörüsü dolayısıyla değil aynı zamanda tek tek hareketlerin deneyimleri ve demokrasi kültürünün de farklı olabileceği varsayımından ötürü öneriyorum. Örneklemek gerekirse, ozon tabakasındaki deliğin bile kapandığı bir ekonomik faaliyetsizlik döneminde eğer sizin ülkenizde hâlâ ekolojik yıkım kararları alınabiliyorsa, sizin ülkenizin farklı bir analize tabi tutulması gerektiği açıktır. Ve sanırım ekoloji hareketlerinin bundan sonrası için bir önceki bölümde oldukça geniş açıklama yaptım.

Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?

Ekoloji konularıyla son 25 yıldır ilgileniyorum. Asıl alanım siyasal iktisat olduğu için emek, kadın ve ekoloji gibi konular ilgi alanıma giriyor. Akademik çalışmanın yanında Su-Politik ve Emek-Doğa isimli iki network’ün kurucuları arasındayım. Ayrıca Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’nda da aktivist olarak 4 yıl kadar çalıştım. Halen Almanya’da Kassel Üniversite’sinde görev yapıyorum.

Paylaş.

Yazar Hakkında

Bir Yorum Bırakın