We are the Hippies yazarları ile söyleşi; “Türkiye’nin en büyük ekolojik sorunu: Umursamazlık!”

0

Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi “Türkiye’de Koronavirüs Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşileri We are the Hippies yazarları ile devam ediyor. ‘We are the Hippies’ grubunda yazanlar arasında Hippiler de var Hippi olmayanlar da, fakat grubun bütün üyeleri ‘Bizler Hippileriz’ adıyla bir araya gelmiş olmaktan hoşnut görünüyor. Kendilerini daha yakından tanımak istememizin asıl nedeni ekoloji konusundaki duyarlılıkları oldu. Ekoloji hareketinin hem içinde hem de dışında durdukları söylenebilecek zamane “hippileri” ile söyleşi yapmak oldukça keyifli ve öğretici oldu. 2020lerin başında Koronovirüs sonrası Türkiye’sinde “Hippiler” kimlerdir ve onların dünya ve ekoloji algıları nasıldır bir bakalım:

Öyle ki biz, biz derken bizim kuşağımız, bugün dünyayı sürdürülebilir ekolojik döngüden çıkardığımızı idrak edebilen ilk ve bunun için de bir şeyler yapabilecek olan artık son nesiliz..”

En nihayetinde Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisinde belirlediği ve üzerinde durduğu doğal ihtiyaçlarımız kadarına muhtacız. Geri kalan her şey bize ihtiyaç diye sunulan ve öğretilen şeylerden ibaret. Gelenek dediğimiz şeylerin hepsi zaten değişen yenilenen şeyler yani temel ihtiyaçlarımız dışında hiçbir şey vazgeçilmez olmadığı gibi ekonomik kaygıları bir yana bıraktığımızda her zaman daha ekolojik olanı mümkündür. Bu yüzden ekoloji hareketi her zaman kendini geliştirmeye, yeni çözümler ve alternatifler sunmaya açık olmalıdır. Vahşi kapitalizm ve onun olumsuzlukları ile mücadele ederken insanları çözümsüz ve alternatifsiz de bırakmamalıyız. Her bir birey kendini kolayca ekolojik hareketin bir parçası olarak görebilmelidir ki bu hareket geçek amacına da ulaşabilsin. Çünkü vahşi kapitalizm ve tüketim alışkanlıklarımız çılgınca büyüyüp çeşitlenirken insanlara ‘’başka bir hayat mümkün, üstelik de daha kolay olanı daha ekonomik daha sürdürülebilir olanı’’ dedirtebilmeliyiz..”

Veganlık, temelinde hayvan özgürlüğünü savunur ve bugün aynı zamanda vegan yaşamın ekolojik faydalarının da ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Sömürüsüz bir dünya talebi için önce kendimiz sömürmemeyi öğrenmemiz gerekiyor..”

Söyleşi: İsmail Akyıldız / 23 Ağustos 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi

Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?

Melika Nur Aydın: Elbette ki böyle bir birikimden bahsedebiliriz. Ekoloji hareketinin tarihine baktığımızda birçok farklı alana yayılmış olduğunu görüyoruz. Edebiyattan sanata, aktivizmden felsefeye kadar birçok alanda ekoloji hareketinin etkileri görülebilir. Yeşil hareket belki de yeni bir hareket ama yeşil felsefe yeni değil. Yeşil felsefenin tarihi yüzyıllar öncesine dayanıyor. Yeşil hareketin kaynağının yeşil felsefe olduğuna inanıyorum. Yeşil hareket de yeşil felsefeden aldığı güçle edebiyata, sanata ve feminizm gibi birçok düşünce ile etkileşime geçmiş durumda. Şu anda da yeşil hareket dediğimizde akıllara diğer hak mücadeleleri ile iç içe olan bir hareket geliyor.

Murat Bostan: Yeşil hareket dediğimiz ekolojik yaşam farkındalığımızı tarihsel süreçler içinde bir yere koymamız gerekirse, bunu bir insan ömrüyle kıyaslayacak olduğumuzda uzun yıllardan beri sürdürülen bir hareket olarak değerlendirebiliriz fakat tüm insanlık tarihi ile kıyasladığımızda aslında bu bilincin henüz demin doğmuş bir bebek gibi olduğunu da görebiliriz. Öyle ki biz, biz derken bizim kuşağımız, bugün dünyayı sürdürülebilir ekolojik döngüden çıkardığımızı idrak edebilen ilk ve bunun için de bir şeyler yapabilecek olan artık son nesiliz. Fakat sizce yapabiliyor muyuz? Şahsen günlük yaşantılarımızda ne kadar hassas davransak da, birey olarak vicdanımızı rahatlatabilsek de ne kadar başarılı olacağımıza dair derin endişelerim var. Çünkü netice olarak bundan 100 yıl önce denizlerdeki kirlenmeden, ozon tabakasındaki delinmeden, küresel ısınmadan bihaber yaşayıp tüketiyorduk. Bu kavramlar kesinlikle hakkında bilgi sahibi olduğumuz şeyler dahi değildi ve zaten bu iklimsel sorunlar da tam olarak son yüz yıldaki sanayileşme ve kapitalizmin etkisiyle bu şekilde zirve noktaya ulaştı. Yani bu son yüzyıl bilimsel ve teknolojik gelişmelerle modern hayatta sıçramalar yapmamızı sağlarken geriye döndürülmesi çok zor yaralar da açtı.

Yarattığımız sistemi ve olumsuz etkileri geriye döndürmekte artık o kadar zorlanıyoruz ki birey bazında günlük hayatımızda ne kadar hassas davranmaya gayret edersek edelim atmosfere karbon salmaya, plastik atık üretmeye ne yazık ki hiçbir türlü son veremiyoruz. Söz gelimi organik bir ürün almak istediğimizde plastik ambalaj içerisinde alma tutarsızlığını hissediyoruz, fosil yakıt tüketen herhangi bir araçla seyahat ederken karbondioksit salarak sera gazı etkisine katkıda bulunuyoruz, elektriğe ise zaten neredeyse yaşamımızın bütününde bağımlıyız. Kısacası yeşil hareket kavramı öylesine zorlu ve çelişkilerle dolu bir farkındalık ki bu nesil olarak tamamen fabrika ayarlarımızı değiştirmekten başka herhangi bir yol iklim değişikliği ile mücadelemizi yani ekolojik hareketimizi tam olarak anlamlı kılamıyor. Üstelik birey bazında tamamen ama tamamen bilinçli ve farkındalıklı nesiller ile ancak mümkün olabilecek bir işi biz bugün tüm insanlığın belki de yüzde 1’i bile sayılmayacak bir grubun farkındalığı ile başarmaya çalışıyoruz.

Murat Bostan

Devletler ve şirketlere gelince; Paris Anlaşması, Kyoto Protokolü gibi uluslararası anlaşmalar dahi esasen yalnızca daha az zarar vermeyi taahhüt etmek üzerine. Üstelik incelendiği vakit görülecektir ki bu anlaşmalarda Türkiye de dahil pek çok ülke, karbon salınımı konusunda uluslararası camiaya taahhütlerde bulunurken büyüme ve üretim faaliyetlerine yönelik tahminlerini gerçek beklentinin çok çok üzerinde rakamlarla ifade ediyorlar ki böylece bu hayali büyüme ve üretim faaliyetlerini gerçekleştirme yolunda zaten aşamayacakları karbon salınım miktarının çok üzerinde değerlerde ‘karbon salınımı izin belgeleri’ çıkartabilmektedirler. İşte böylelikle zaten o kadar üretmeyecek ve o kadar büyümeyecek olan bir ülke karbon salınımı konusunda da dilediği gibi hareket edebilme imkânı da bulmuş oluyor. Hatta ikinci ve üçüncü dünya ülkelerinin bu izin belgelerinde belirtilenden daha az karbonu atmosfere salmaları halinde ise ellerinde kalan bu fazla karbon salma kredisini, kendi hakkını doldurmuş olan birinci dünya ülkelerine satabilmeleri de mümkün.

Şeyma Akgöz

Bu şekilde dünyada ülkeler arasında ve şirketler arasında artık karbon izin belgesi pazarları (emisyon ticareti) oluştuğu gerçeği de işin bir başka acı tarafı. Yani vahşi kapitalizm yine burada da karşımızda, sahnede. Ekoloji hareketinin tarihsel süreçte geldiği nokta konusundaki düşüncelerim ne yazık ki böyle olumsuz yansımış olabilir. Fakat bu asla bu sevdamızdan vazgeçmemiz gerektiği anlamına da gelmemeli. Zaten kendini tüketecek olan Dünyayı niçin daha çabuk ve daha acımasızca tüketelim? Nihai amacımız asıl başarımız zaten Dünyayı tükenmekten kurtarmak değil gelecek nesiller için mümkün olduğunca yaşanabilir ve sürdürülebilir yapmak olmalı. Daima öldürmeyi değil yaşatmayı tercih etmeliyiz, doğaya rağmen değil doğayla birlikte hareket etmeliyiz, tüketim alışkanlıklarımız üzerinde daima düşünmeliyiz ve doğaya uygun olmayanı reddetmeliyiz. Çünkü böylesi çok daha kıymetli, çok daha huzurla yaşanabilir olanı.

Şeyma Akgöz: Elbette her şeyde olduğu gibi, bu sürecin de bir başlangıcı, dolayısıyla tarihsel bir birikimi bulunmaktadır. Hatta ilk başlangıcına gidecek olursak karşımıza Alman zoolog Ernst Haeckel çıkmaktadır. Hayvanların canlı ve cansız çevreleriyle ilişkisini betimlemek  için “oekolo-gie” terimini kullanan ilk kişiydi. Yıllar içinde hem süreç, hem de uygulamalar çağa uygun bir şekilde gelişti ve yenilendi diyebiliriz.

Koronovirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/oynar mı? Salgın hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşulların avantaj ve dezavantajları nelerdir?

Melika Nur Aydın: Salgının yeni olanaklar doğurduğunu çok düşünmüyorum. Eğer doğurdu ise bile ben bunu fark etmedim. İnsanlar her ne kadar koronavirüs ile insanın doğaya olan etkisini fark etse bile bunun kalıcı bir etki olduğunu düşünmüyorum. Aslında koronavirüs insan yıkımının fark edilmesi açısından  büyük bir avantaj oldu ama bu ne kadar etkili kullanıldı emin değilim.

Murat Bostan: Tüm dünyayı mutlak biçimde etkisi altına alan koronavirüs pandemi süreci eminim ki pek çok insanı yaşadığı hayatı mutlaka en az 1 kere sorgulamaya itmiştir. Elbette, bu süreç kısa vadede olumlu ekolojik etkiler de yarattı. İnsanlar mecburi olarak ev hapsine alınınca en başta Çin’de gördüğümüz gibi, endüstriyel faaliyetlerde ciddi bir düşüş yaşandı. Kömüre dayalı elektrik üretiminde ve onunla gelen kirlilikte ciddi bir azalmaya yol açtı. Üretim azaldı, ulaşım alanında çok daha az yakıt kullanıldı ve sonuç olarak daha az karbon emisyonu ve daha az hava kirliliği oluştu. Hava, deniz ve çevre kirliliğinde gözlerimizle somut biçimde görebildiğimiz iyileşmeler bile oldu. Bu süreç esasında çevre üzerindeki bu şekildeki etkileri somut olarak görebilmemiz için çok önemli olsa da salgının yarattığı etki ile her gün vaka sayılarını ve ölüm oranlarını konuşmaktan dolayı ekolojik hareket ne yazık ki rafa kaldırılan konulardan birisi oldu.

Murat Bostan

Ne yazık ki yaşadığımız böylesine ciddi bir kriz karşısında geleceğin krizleri hemen daha az önemli görünüverdi. Yani çevresel etkilerimizi, karbon ayak izimizi somut olarak görebilir haldeyken ne yazık ki tam olarak canımızın derdindeydik ve bir yandan da gerek birey bazında gerek toplum bazında ekonomik iktisadımız için de kaygılanıyorduk. Ancak salgın bittiğinde ve devletler şirketlere para yardımı yapmayı bıraktığında, üretim faaliyetleri ve karbon salınım raporları eskisine döndüğünde ekolojik hareket açısından da her şeyin eski haline döneceğine ve hız kazanacağına inanmamalıyız. Şirketler ekonomik kayıplarını telafi etmek için daha çok üretmeye, insanlar eskisi gibi tüketmeye devam edecek fakat bu da beraberinde ekoloji hareketinin yeniden canlanmasını sağlayacaktır. Yine de bu sorunuzun, salgının henüz tüm boyutlarıyla ortaya konulamamış olması sebebiyle şu aşamada henüz net bir cevabı da bulunmamaktadır. Zira koronavirüs süreci henüz tüm boyutlarıyla araştırmaya ve ortaya konulmaya muhtaç bir konu olarak karşımızda duruyor. Kim bilir, salgının iklim değişikliği sebebiyle ortaya çıktığını düşünenler haklı çıkarsa bu kez koronavirüsün ekolojik harekete etkisini bambaşka boyutlarda ele almamız gerekecektir.

Şeyma Akgöz: Bana kalırsa koronavirüsün etkisi ekoloji üzerinde olumlu oldu. İnsanlar bir süre evlerinden çıkamadığı için kirlilik de buna bağlı olarak azaldı. Haberlerde mutlaka görmüşsünüzdür; Marmara Denizi’nin boğaz köprüsünden gözüken görüntüsü, pandemi sürecinde uzun bir süre sonra ilk kez bu kadar temiz ve berrak gözüküyordu. Sokaklar, piknik alanları, sahiller ve daha pek çok yer uzun bir süre sonra ilk kez bu kadar temizdi. Ancak ne yazık ki bu sürecin olumsuz etkileri de olmadı değil. Ne yazık ki bu süreçte tarlasına gidemeyen çiftçi pandemide mağdur oldu ve bizler de yüksek fiyatlara meyve-sebze almak zorunda kaldık.

Yeşim Özbirinci. Urfa, Akçakale Köyü.

Yeşim Özbirinci: Karantina süreci ile birlikte sektörlerin de durması ekolojik açıdan kısa süreli bazı iyileşmeleri sağladı. Birçok haber kirliliğinin yanında havanın temizlenmesi, ozon tabakasının kapanması gibi etkilerinin olduğu da gözlemlendi. Sanırım dünya uzun zaman sonra derin bir nefes alabildi. Virüsün nasıl oluştuğu ile ilgili birçok teoriyi kenara koyarsak bu tarz şeyleri “doğanın intikamı” olarak da artık göremiyorum çünkü intikam çok insani bir kelime. Velhasıl kelam, salgın ile birlikte ortaya çıkan bu olumlu sonuçlar aslında doğanın dönüşümünün bu denli hızlı olabileceğini görmemi sağladı. Şöyle bir baktığımızda sanayi devlerinin ne kadar zarar verdiğini daha net görmüş olduk. Bu farkı net görebilmek, belki ekoloji farkındalıklarının uzağında olanları daha da yakınlaştırabilir. Ve tabii korona süreci dünyayı tamamen farklı bir evreye soktu. Post apokaliptik dizilerde izlediğimiz o distopik ambiyans bizim de başımıza mı gelecek diye sorgular olduk.

Dikkat çekmek istediğim bir nokta da tek kullanımlık plastikleri hayatımızdan çıkartalım derken salgın ile birlikte tek kullanımlık eldivenler ve maskeler hayatımıza girdi. Çoktan sokaklarda, sahillerde bu korona atıklarını görmeye başladık. Durum böyle olunca koronanın bizlere gösterdiği net ayrımları yine ekoloji konusunda hassas olan insanların fark ettiğini düşünmeye başladım.

Yeşim Özbirinci. Mardin.

Koronanın sonuçları elbette bölgeden bölgeye değişiyor. Herkes nasıl olsa evinde, gündem salgın ile bir hayli dolu diye meydanı boş bulduklarını da sandılar. Ekoloji Birliği’nin bu süreçte gerçekleştirilen ekolojik yıkım listesi bu durumu çok net gözler önüne koymuştu. Tabii hareketin içindeki kişiler sokaklara çıkmasa da süreci dijital ortamda aktif bir şekilde devam ettirmeye devam ettiler.

Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?

Melika Nur Aydın: Türkiye ekolojik krizden oldukça etkilenmiş durumda.  Bunun en büyük yansımaları sürekli ormanların otel yapmak, madene ulaşmak gibi amaçlarla tahrip edilmesi. Ki bunlar şu anki en önemli sorun galiba.

Murat Bostan: İnsanoğlunun doğal kaynaklara hiç tükenmeyecek gibi muamele etmesi ve kirletmesi doğal atmosferik dengede olumsuz değişimlere yol açmıştır. Türkiye ise bulunduğu coğrafi konum itibariyle mevsimsel ve ekolojik olarak her türlü çeşitliliği barındıran bir konumda. Bu sebeple iklim krizinin Anadolu coğrafyasında hissedilmemesi de zaten düşünülemez. İlerleyen yıllarda, Türkiye’nin de yer aldığı enlemlerde, sıcaklık artışı; yağış rejiminde değişmeler, deniz suyu seviyesinde yükselmeler ve toprakta yer alan su seviyesinin azalması beklenmektedir. Örneğin; bilimsel araştırmalara bakılırsa 2050 yılına kadar Akdeniz’de su seviyesinde 12-18 cm arasında bir yükselme olacağı tahmin edilmektedir. Küresel iklim değişikliklerinin ülkemizde Akdeniz ikliminin özelliğinde anomaliler oluşturabileceği, yağış miktarlarında düşüşe ve dolayısıyla kuraklık artışına, temiz su temini sorunlarına, yangın riskinin artmasına, zirai alanların ve tarım rekoltesinin düşmesine neden olabileceği öngörülmektedir.

Murat Bostan

Bu değişikliklerin sonuçlarından sadece insanoğlu değil tüm ekosistem ve dolayısıyla global ekonominin yapı taşı olan işletmeler de etkilenmektedir. İklim değişikliğinin işletmeler üzerinde meydana getirdiği etkilerin, bazıları gelir, bazıları ise maliyet olarak işletme bütçelerine yansımaktadır. Bugün iklim değişikliği ve diğer pek çok sebeplerden ötürü artık Türkiye bir tarım ülkesi olmaktan neredeyse çıkmıştır. Tarım ürünlerinde yaşanan üretim sıkıntısına bağlı olarak artan maliyetler, doğal su kaynaklarının kirletilmesi ve bozulması sebebiyle ekosistemin zarar görmesi, hava kirliliğine bağlı olarak artan sağlık problemleri, sıcaklık değerlerindeki değişimler nedeniyle mevsimlerin daha soğuk ya da daha sıcak geçiyor olması, toprağın verimsiz kullanılması nedeniyle doğal afetlerin artışı ve ekosistemin bozulması gibi sorunlar Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı en ciddi problemler gibi görünüyor. 

Şeyma Akgöz: Türkiye’nin en büyük ekoloji sorunu ne yazık ki kirlilik ve GDO’lu yiyecekler. Ayrıca tarım ilaçları ve suni gübreleme çok fazla zehirli madde içerdiği için besinlerdeki kalite düşmektedir. Besin değerinin kalitesiz olduğu yiyeceklerle besleniyor olmak, elbette uzun vadede bize zarar verecektir. Yaşam tarzını etkileyen bu durum, birçok olumsuzluğa neden olabilir görüşündeyim.

Yeşim Özbirinci: Üzerine bastığımız topraklara sınırlar koysak da soluduğumuz havanın bir sınırı yok. Dünyanın herhangi bir yerinde var olan ekolojik bir sorun gün gelip hepimizi etkiliyor. Her yerdeki sorun bizim sorunumuz olmalı belki de.

Türkiye dört bir yandan ve durmadan ekolojik yıkım ile mücadele ediyor. Neredeyse her gün yeni bir haber duyuyoruz. Mücadele edenler haksız sonuçlara tabii tutuluyorlar ve hatta hayatlarına kast edebiliyorlar.

Türkiye’nin en büyük ekolojik sorunu “umursamazlık” sanırım. Ne geliyorsa başımıza umurumuzda olmadığı için, ucu bize dokunmadığı için kayıtsız kalmaktan geliyor. Kirlilikten rant projelerine, bilgisizlikten umursamazlığa kadar sorunlar diz boyu olmuş.

Yeşim Özbirinci. Artvin, Borçka, Karagöl.

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?

Melika Nur Aydın: Diğer hareketlerle etkileşimi arttırmalıyız bence. Feminist hareket ve Vegan hareket ile kurulan bağlar güçlendirilmeli. Ayrıca sosyal medya büyük bir güç şu anda. Bu kullanılmalı.

Murat Bostan: Ekoloji hareketi ve sürdürülebilir yaşam fikri mutlak suretle her geçen gün büyümeye, gelişmeye ve yeni araştırmalar ışığında yeni çözüm yolları üretmeye devam edecektir. Yapılması gereken ekolojik harekette daha azıyla yetinmeyerek daha çoğu için uğraşmak. Doğaya en uygun olanı ve doğa için olanı tercih etmek. Nesilleri bu bilinçle yetiştirip nesiller arasındaki fabrika ayarlarını mümkün olduğunca düzeltebilmek. En nihayetinde Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisinde belirlediği ve üzerinde durduğu doğal ihtiyaçlarımız kadarına muhtacız. Geri kalan her şey bize ihtiyaç diye sunulan ve öğretilen şeylerden ibaret. Gelenek dediğimiz şeylerin hepsi zaten değişen yenilenen şeyler yani temel ihtiyaçlarımız dışında hiçbir şey vazgeçilmez olmadığı gibi ekonomik kaygıları bir yana bıraktığımızda her zaman daha ekolojik olanı mümkündür. Bu yüzden ekoloji hareketi her zaman kendini geliştirmeye, yeni çözümler ve alternatifler sunmaya açık olmalıdır. Vahşi kapitalizm ve onun olumsuzlukları ile mücadele ederken insanları çözümsüz ve alternatifsiz de bırakmamalıyız. Her bir birey kendini kolayca ekolojik hareketin bir parçası olarak görebilmelidir ki bu hareket geçek amacına da ulaşabilsin. Çünkü vahşi kapitalizm ve tüketim alışkanlıklarımız çılgınca büyüyüp çeşitlenirken insanlara ‘’başka bir hayat mümkün, üstelik de daha kolay olanı daha ekonomik daha sürdürülebilir olanı’’ dedirtebilmeliyiz. 

Şeyma Akgöz: Organik tarıma yönelmeliyiz. Çevre kirliliğine neden olan her şeyi minimum seviyeye indirgemeliyiz.

Yeşim Özbirinci: Ben her şeyin bireyden başladığına inanıyorum. Bir şeyi savunurken kendimiz ile tutarlı olabilirsek, fikrimizi karşı tarafa aktarırken inandırıcılığını korur. Birbirimizden örnek alarak, birbirimize danışarak yavaş yavaş da olsa bazı alışkanlıklarımızı değiştirebiliriz. Kolay olmayabilir belki ama imkânsız da değil. Elbette birey farkındalığı tek başına yeterli bir adım değildir ama bana göre bütünün bir parçası ve başlangıcıdır.

Bunun yanında ekoloji hareketi hayvan özgürlüğünü biraz daha içselleştirmeli diye düşünüyorum. Bizler hissedebilen başka bir canlının acı duymasında pay sahibi olursak; insanın doğa üstündeki tahakkümünün bitmesi üzerine nasıl tartışabileceğiz? Veganlık, temelinde hayvan özgürlüğünü savunur ve bugün aynı zamanda vegan yaşamın ekolojik faydalarının da ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Sömürüsüz bir dünya talebi için önce kendimiz sömürmemeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?

Melika Nur Aydın: Ben 22 yaşında bir öğrenciyim ve aynı zamanda öğretmenim. 5 yıldır aktivizmin içindeyim. Feminist, LGBTİQ+, Vegan hareketin içinde bulundum. Yeşil hareket içerisinde kısa bir süreliğine bulundum oda Doğanın Çocukları ileydi. Sonrasında daha çok LGBTİQ+ içerisinde vegan aktivizmi yaptım ve ekolojik harekete yer vermeye çalıştım.

Murat Bostan

Murat Bostan: 2016 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra İstanbul Barosunda serbest avukatlık yapmaya başladım. Dünyayı gezmeyi ve dünya mutfaklarından yemekler yapmayı çok seviyorum. Şu anda ticaret ve iş hukuku alanına giren davalar ile meşgul olsam da aslında gizli gizli Türkiye’nin ilk ‘’İklim Değişikliği’’ davasını açmak gibi bir hayalin peşinden gidiyorum. Gizli gizli derken şu anda ülkemizde henüz İklim Değişikliği Hukuku gibi somut bir çalışma alanı bulunmadığı için bu konuda Dünyada henüz yeni yeni açılmaya başlanan davaları ve yapılan uluslararası sözleşmeleri takip ederek bir yandan da ülkemizdeki benzer çevresel davaları ve gelişmeleri yakından takip ediyorum.  Bugüne kadar herhangi bir kolektif ekolojik hareket içerisinde bulunmadım.

Şeyma Akgöz: 1989 Rize doğumluyum. İstanbul’da yaşıyorum. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunuyum. Bir süre kurumsal firmalarla ve ajanslarla çalıştıktan sonra freelancer iş yaşamına adım attım ve mutluyum. Yaklaşık 10 senedir faal olarak gezginim. Eskiden doğaya çok daha sık giderdim ancak sanırım o bensiz daha iyi. İnsanoğlunun kalabalıklaşarak var olduğu her yer ne yazık ki çürümeye mahkûm. Yine de arada sırada nefes almak için kendimi onun kucağına atıyorum. Okuma ve yazmaya başladığımdan beri hem okuyor hem de yazıyorum. Şu anda da bir ajansın editörüyüm. Babam Ordulu annem ise Rizeli. Hem Ordu’da hem de Rize’de bulunan tarlalarımızda organik tarım yapılmakta.

Yeşim Özbirinci: 1989 Arhavi, Artvin doğumluyum. Üniversite zamanına kadar da orada yaşadım. 2012 yılında da İstanbul Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldum. Altı yıldır serbest zamanlı içerik üreticisi olarak çalışmaktayım. Gaia Dergi’nin kurucularındanım. Uzun bir zamandır wearethehippies.com sitesi üzerinden, birkaç arkadaş ile birlikte “sürdürülebilir yaşam” başta olmak üzere çeşitli konularda yazılar ve çeviriler hazırlıyoruz. Son bir senedir de aktif bir şekilde juggling ve elektronik müzikle uğraşıyorum. Ekolojiye olan ilgim ise çocukluğumda mücadele sürecine tanık olduğum Karadeniz dolgu yoluna dayanıyor.

Melika Nur Aydın

Kısaca Hippilik nedir? Bir hippilik geleneğinden söz edilebilir mi? Bugün bu ne anlam ifade ediyor sizin için? Adınız neden İngilizce? Bugünkü küresel ekolojik yıkım karşısında “Hippilik tarzı” bir mücadele biçiminden söz edebilir miyiz?

Melika Nur Aydın: Ben hippiliğin bir gelenek olduğunu düşünmüyorum. Bence hippilik varoluşsal bir mesele. Hippiliğin dogmaları yoktur ve töresi yoktur. Hippi olmanın bir mücadele biçimi olduğunu da çok düşünmüyorum. Bu bir varoluş şekli bence. Evet bir hippinin mevcut sisteme karşı eleştirileri ya da karşıt mücadeleleri olabilir ama bu hippi kimliğine ait değildir bence. Eğer bir hippi herhangi bir mücadele içinde kendini buluyorsa bu onun kendine hippi demesine neden olan ve bu mücadelelere yatkınlığını sağlayan felsefi ve varoluşsal eğilimleri ile ilgilidir.

Şeyma Akgöz: Açık konuşmak gerekirse ben hippi değilim:) Daha doğrusu kendimi öyle tanımlamıyor ya da herhangi bir kalıba sokmuyorum. Yaklaşık 10 yıldır seyahat ediyor ve kamp yapıyorum. Ayrıca doğma büyüme Karadeniz’liyim.  Babam şehir hayatına daha fazla dayanamadığı için o da 10 senedir dağda yaşıyor ve kendi tarımını kendi üretiyor. Yani ailecek bir şekilde doğa ile bütünleşik bir haldeyiz. Ancak bana göre sadece doğaya gitmek, belli bir kültüre ait bir müziği dinliyor olmak, Türkiye şartlarına göre daha “rahat” sayılabilecek bir yaşam tarzı deneyimliyor olmanın hiçbir kalıbı yok.

Bir hippilik geleneğinden söz etmek elbette mümkündür. Özellikle hemen herkesin bildiği üzere 60’lar bu geleneğin öncü sürecidir. Bugünkü küresel ekolojik yıkım karşısında “hippilik tarzı” ile mücadele etmek elbette mümkün ancak bunun yerine bu yıkım ile, tüm kaideleri bir kenara bırakarak “insan” sureti ile mücadele edebiliriz. Bu yıkıma karşı önce insan olarak sorumluluklarımız var demek istiyorum. Gerisi teferruat. Ha “neden o zaman We are the Hippies‘de yazıyorsun?” diye soracak olursanız, orada yazıyor olmaktan oldukça keyif alıyorum. Ve zaten hemen hemen ilgi alanlarımı kapsayan ve bu konuda bana yazma alanı açan keyifli bir site. Sitenin ilk yazarıyım ve bu benim için ayrı bir güzellik:)

Yeşim Özbirinci: Öncelikle bu ismi neden seçtiğimden ve ismin neden İngilizce olduğundan bahsetmek istiyorum. Çok özel ve derin anlamları yok. Üniversitenin ilk senesinde Erasmuslu ev arkadaşlarımla bir akşam kendi kendimize eğlenirken bir an içimden duvara boya ile “We are the Hippies” yazmak geçti. Ortak dilimiz İngilizce olduğu için duvara da İngilizce yazmıştım. Birkaç sene sonra da bir blog açacağım zaman ismini ne koysam diye düşünürken o yazının önünde çekilmiş bir fotoğrafım önüme düştü. “O zaman ismi bu olsun” dedim. Eski bloglarımda hem İngilizce hem Türkçe yazdığım dönemler olmuştu. Belki yine İngilizce de yazarım ve herkesin anlayabileceği bir şey olsun diye üzerine çok da düşünmeden bu isim seçmiştim. O gün, blogun bu kadar büyüyüp daha profesyonel bir yapıya bürüneceğini tahmin etmiyordum. Her şey süreçte, akışta kendiliğinden oldu.

O dönem genç yaşımda, Woodstock anılarına, müziklerine, hippilere karşı hayranlığım vardı. Hâlâ daha var tabii ama çağımız artık çok çok farklı. 70’lerdeki hippiler gibi insanları yine dağlarda belki görebilirsiniz ama belirli kuralları olan bir durum da değil. Onların doğayla iç içe olmaları, müzikle hayat bulmaları, yollarda olmaları benim için anlamlı olan kısmıydı.

Hippilerin ortaya çıktığı dönem zaten Vietnam Savaşı’na ABD’nin asker göndermesi gündemdeydi. O dönemin hippileri de Vietnam Savaşı’na karşı muhalifti. Özgürlükçü ve antimilitaristlerdi.

“Hippilik tarzı” mücadele nedir? Böyle bir şey ilk defa duyuyorum. Böyle bir tanımlanın cevabı nasıl olur diye düşünüyorum. Julia “Butterfly” Hill 783 gün sekoya ağacı kesilmesin diye üzerinde yaşadı. Gezi Direnişi‘ndeki arkadaşlar çeşitli yaratıcı eylemler gerçekleştirdiler. Bunlar örnek verilebilir mi?

İnternet siteleri: wearethehippies.com

Paylaş.

Yazar Hakkında

Bir Yorum Bırakın