Ertuğrul Barka ile Söyleşi; “Çözümün rengi gökkuşağı ve ben bu kuşağın kızılındayım!”

1

Bugün az da olsa “ak saçlı, ak sakallı” ekoloji aktivistlerimiz var, Ertuğrul Barka bunlardan biri. Yeni Toplumsal Hareketler içinde yer alan Ekoloji Hareketi artık çok da “yeni” sayılmaz. Yolun başında değiliz ve bir birikimden söz edebiliyoruz artık. Barka’ya göre bu birikimin en önemli tezahürü bugünkü neo-liberal devletin “ne”liğinin kavranmasında yatmaktadır. Önemlidir zira bu anlaşılmadığında ekoloji hareketi siyasetle arasına mesafe koyabilmektedir. Devlet kavramının -‘kerim’ devlet, devlet ‘baba’ tanımlamalarında da görüldüğü gibi- halkın bilinçdışında paternalist bir yapıya sahip olması, ‘neo-liberal’, ‘kapitalist’, ‘polis’ devletinin doğasını anlamamıza olanak vermez. Devlet, kapitalist kurumlar gibi, ne ‘kerim’dir ne de ‘baba’ gibi davranmaktadır. Aksine, bu ikisi, el ele vererek yaşam alanlarımıza el birliğiyle saldırabilmektedir!

Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi’nde “Türkiye’de Covid 19 Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşilerimiz Ertuğrul Barka ile devam ediyor;

Yeşil Hareketlerin içinde olmadım. Çünkü çözümün rengi gökkuşağı ve ben bu kuşağın kızılındayım. Kendilerini “Yeşil” olarak adlandıranlar ilk tepki yıllarında yeterli politik ve ekolojik bilinç düzeyinde olmadıkları için oldukça acemice eylemler yapıyorlardı ve halk ile bağları olmayan, kendi içlerine kapalı yapılardaydılar. Sorunları politik bilinçten yoksun olarak ele aldıkları için de çözümü hep devlete bırakıyorlardı. Çevreci tepkiler gelişip, ekoloji hareketleri güçlendikçe devletin ne olduğu, hangi saflarda yer aldığı anlaşıldı… Ben bu süreçte çözümün ancak “ekolojik komüncü” toplumla kökten çözülebileceği düşüncesiyle safımı belirledim.

İsmail Akyıldız / 14 Kasım 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi

Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bu güne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?

Her toplumsal hareket, direniş, başkaldırı gibi Yeşil/Ekoloji Hareketi de belli bir süreçte oluşmuştur. Türkiye’de, öncelikle, ‘çevre’ konusunun 9 Kasım 1989 Berlin Duvarının yıkılışından sonra gündeme geldiğini söyleyebiliriz. SSCB Devletinin çözülmesiyle birlikte, sermaye dünyada eşi görülmemiş ekolojik saldırıya girişti. Öncelikle madencilik, su varlıkları, ormanlar, enerji alanları saldırıya uğradılar. İşte bu sömürgeci yatırımlarına tepki duyulmasıyla birlikte ‘çevresel’ sorunların ayırdına varanların örgütlü tepkileri hukuksal yoldan gösterilmeye başlandı. Yeşiller, çevreciler, yerel halk ve TMMOB, TTB, TBB gibi kamu kurumu niteliğindeki akademik meslek örgütleri bu tepkiyi öncelikle gösterenlerdi.

Değişik anlayışlar, değişik örgütlenme modelleri oluşmaya başladı. Yerel çevre direniş örgütleri, çevre dernekleri, çevre platformları çoğalmaya başladı; sömürgeci saldırı artıyordu. Bu süreçte Yeşil/Ekoloji Hareketi de yaşam buldu. Kendi amaç ve anlayışı doğrultusunda örgütlenmesini ve etkin çalışmalarını gerçekleştirdi ve hâlen de gerçekleştirmekte, Türkiye ekolojisine yaşamın savunulması doğrultusunda katkı koymaktadır.

Ekoloji hareketinin bu güne kadar önemli başarıları ve başarısızlıkları nelerdir?

Ekoloji ve çevre hareketlerinin bence hiç bilinmeyen, görülmeyen başarısı devletteki çevre örgütlenmesidir. Şöyle ki, önce Çevre Genel Müdürlüğü oluşturuldu. Sonra Çevre Müsteşarlığı kuruldu. Ancak Çevre Bakanlığı’nın kurulma zorunluluğu çevresel bilinç ve tepkilerin gelişmesi sonucu idi. Evet, AB’nin de etkisi vardı ama iç koşulları da küçümsememek gerek.

Bir diğer başarı ise çevre bilincinden ekoloji bilincine yükseltilmesinin sağlanmasıdır. Çevreci anlayışın insan merkezli olduğu, bunun da mevcut düzenin sürdürülmesi ve sermayenin egemenliğinin devamını sağladığı anlaşıldı. Bu şekilde sadece insanların bile sağlıklı yaşamaları, türlerini sürdürmeleri olası değildi.  Oysa ekolojik anlayış, yaşamın sürdürülebilmesi için hiçbir tür ve varlığın diğerinden ayrıcalıklı olmadığını, yaşamın korunması ve sürdürülebilmesi bu varlıkların mutlak surette birbirlerine gereksinim duyduğunu savunmuş, ortaya koymuştur.

Bu anlayışların alandaki kazanımları, toplumsal bilincin gelişmesine neden oldular. Devlet, demokrasi, parti ve bunların organlarının neler oldukları sorgulanmaya, anlaşılmaya başlandı. Halk, örgütlülüğün ne kadar gerekli ve sinerjik etkisi olduğunu yaşayarak gördü. Toplumsal özgüven arttı. İnsanlar artık “ Devlet benim, ben!” diyebiliyordu. Bölgeler ve direniş örgütleri arasındaki dayanışmalar gelişti.

En önemli katkılarından biri de kadınların toplumsal statülerindeki yükseliştir. Kadınların olmadığı direniş hareketleri kazanamıyordu, engellemeler sağlanamıyordu. Kadınlar, erkekleri cesaretlendirdikleri gibi zorlayarak ön aldılar, direnişlerinin simgeleri oldular. Siyasal partiler organlarında ve adaylarında kadın kontenjanları uygulamaları başlattılar. Kadınlar, ekolojik mücadele vermekle özgürlüklerine de kavuşuyorlardı; bunu fark ettiler.

Eğer ekoloji ve çevre hareketleri, direnişleri olmasaydı sömürgeciler ülkeyi tam anlamıyla bir cehenneme çevirebilirlerdi. Bu hareketlere, direnişlere rağmen durum ortadadır; ya örgütler ve direnişleri olmasaydı?

Bu anlamda ben ekoloji ve çevre hareketlerini başarılı buluyorum. Başarısızlıktan değil ancak zafiyetlerden söz edilebilir:

Öncelikle kadrolar profesyonellerden oluşmuyor. Uzmanları var ancak bunlar geçimlik işlerinden vakitlerini çalabildikçe destek olabiliyorlar. Oysa karşılarında tam gün, tüm yıl saldırıda olan ve devlet destekli akademisyenler, uzmanlar, teknisyenler ordusu var.

Ayrıca hukuk tanımaz siyasiler ve parti kadrolarının yerleştirildiği devlet daireleriyle mücadele etmek zorunda olmaları da önemli ek yük olarak sırtlarındadır.

Ya devletin silahlı güçleri? Jandarma, polis, korucu, özel güvenlikçileri ve kullanılan diğer unsurlar… Özel güvenlik elemanlarına uzun namlulu silah bulundurma ve kullanma yetkisinin verilmesi…

Bu koşullarda ekoloji ve çevre mücadelesi verenlerin başarısızlığından söz etmek büyük haksızlık ve değerbilmezliktir; morallerini yüksek tutmak zorundayız.

Covid-19 pandemisi ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/oynar mı? Salgın hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşulların avantaj ve dezavantajları nelerdir?

Covid 19 pandemisi nedeniyle görüldü ki, yaşam alanlarına saldırıyla verilen zararlar sonunda insanların yaşamlarına salgınlar şeklinde de yansımaktadır. Bunun için Covid 19 pandemisinin yoğunlukta olduğu alanlara bakmak yeterlidir. Kentler ne kadar fazla nüfusa sahipler ve ne kadar yoğunsalar o kadar risk altındadırlar. Doğadan kopartan, doğaya yabancılaştıran, doğal yıkımların yoğun olduğu yerleşimler bu virütik salgından en fazla etkilenenlerdir.

Maslow’un gereksinimler piramidindeki üç temel gereksinimin toplumca ücretsiz veya sembolik bir ücretle kolayca ulaşılabildiği ülkelerde bu salgının çok az etkisinin olduğu ve hemen denetim altına alındığı da nesnel bir gerçek olarak ortaya çıktı.

Toplumlar anladılar ki, yaşamı savunmak ve en temel gereksinimlerin toplumca güvence altına alındığı düzende yaşamak her anlamda güvence oluşturmaktadır. Bu toplumun adını “Ekolojik Komüncü Toplum” olarak koyabiliriz. Bu toplum, ekolojik sınırlar içinde ve elbette doğayla uyum içinde kendini üretmektedir. Ekolojik dengeleri bozacak, diğer canlılara zarar verecek üretim tekniklerinin ve yöntemlerinin kullanılmadığı toplumdur. Doğada olmayan mülkiyet ve dolaysıyla savaşsız bir dünya… Mülkiyetsizlikten kasıt toprağın, suyun, havanın ve üretim araçlarının bireysel mülkiyete konu olmamasıdır.

Bu konular ekolojik ve çevresel mücadelelerin önünü açan etkiler yapmıştır. Bunu alanlarda kullanmak ve toplumsallaştırmak gerekmektedir.

Covit-19 aracılığı ile devletin hukuk tanımazlığı daha şımarık bir hal almış, şirketler şımartılmıştır! Şirketlere bu bahaneyle çalışma kolaylıkları sağlanmakta, direnişçiler de engellenmektedirler. Bu sorunu yaratıcı sivil itaatsizlik eylemleriyle aşmak üzere ortak akıl yürütülmelidir.

Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bu gün ülkenin en önemli ekoloji sorunları-öncelik sırasına göre-nelerdir?

Küresel ekolojik kriz denilince öncelikle ve önemle küresel ısınma akla gelmektedir. Bu değişim tüm yaşamı dünya ölçeğinde olumsuz etkilemektedir. Olağan/doğal olaylar artık bu nedenle “doğal afetler” olarak adlandırılmaktadırlar. Doğada “afetler” yoktur, doğal olaylar vardır. Bunları afet hâline getiren ve böyle adlandıran dünyayı kuşatmış ve uluslar-üstülüğünü sağlamış sermaye ağıdır.

Ülkemizdeki sel olayları, doğal bitki örtüsü zararları, doğal hayvan varlığı azalması, orman yangınlarındaki artışın bir kısmı küresel ısınma kaynaklıdır.

Elbette küresel ekolojik krizin tek nedeni küresel ısınma değildir. Madencilik ve enerji yatırımları, su varlıklarının ticarileştirilmesi, ormanların ticari amaçlarla yok edilmesi, vb. nedenler de bu krizi oluşturan etkenlerdir.

Peki bütün bu ekolojik yıkımlar neden gerçekleşmektedir? Çünkü sermaye varlığını ve egemenliğini sürdürebilmek için büyümek, sürekli büyümek zorundadır. Büyümeyen, gelişmeyen ölür! Yaşamın sürmesini savunanlar bu olguyla yani sermayeyle baş etmek zorundadırlar. Sermayeye ve onun her alandaki egemenliğine karşı olunmadan yaşamı savunmak olası değildir; sadece bir rolden ibaret kalır…

Türkiye’deki ekolojik sorunları sıralamak gerekirse önceliği madenciliğin yarattığı sorunlara vermek gerekir. Altın, nikel, gümüş gibi metal madenciliği yaşamları tüketmekte ve toplumsal ağır sorunlara, yıkımlara neden olmaktadır.

Ormanların yok edilişi aklın alamayacağı ölçüdedir. Artık Karadeniz ormanlarında kışın kar altında olsalar bile yangın çıkartılabilmektedir. Elbette bu yangın alanları yapılaşmaya açılmaktadırlar. Turistik tesis, ikinci konut, lüks villalar hep yakılan ormanlar üzerindedirler. Oldukça gelişmiş bir orman yakma sektörümüz vardır! Gereksinimlere göre, istediğiniz yerde istediğiniz miktarda ormanlar yakılabilmektedirler. Bunda daha acı ne olabilir ki?

Suların ticarileştirilmesi gerçek bir yıkıma neden olmaktadır. Bir havzada doğal olarak var olan sular hiç ilgisiz başka bir alana götürülmektedirler. Bu sular ister çeşitli plastiklerde satılsınlar isterse borularla taşınarak havza dışı ve kilometrelerce uzaktaki bir yerleşim yerine iletilsin; doğaya aykırı ve yaşama karşıdır. Suyun doğal olarak var olduğu havzadaki bitkisel ve hayvansal canlıların, diğer yaşam unsurlarının su ve nem gereksinimleri ne oluyor?

Enerji yatırımları da tam bir felâkettir! Kim için ne için enerji? Üretilen enerji verimli kullanılıyor mu? Türkiye’nin ürettiği enerjinin ne kadarı tüketilebiliyor ne oranda kullanılabiliyor? O zaman bu yatırımlar hazineyi yağmalamak için mi? Temiz ve yenilenebilir enerji var mıdır? Bunların yatırım alanları nereleridir, uygun mudurlar?

Ya tarım arazilerinin yok edilişi? Tüm Organize Sanayi Bölgeleri istisnasız verimli tarım arazilerinde ve ovalardadırlar; elbette devlet marifeti ve desteğiyle! Bursa Ovası, Çukur Ova, Ergene Ovası, Adapazarı Ovası, Söke, Kemalpaşa, Tire, Torbalı Ovası ki, Osmanlı İmparatorluğunun en geniz arazi varlığında Topkapı Sarayı’nın tarımsal gereksinimlerini karşılamış, Padişah Avcı Mehmet’in sayfiye yeri… Hep OSB’dir. Hele İzmir’de Pancar Ovası tam bir doğal sit alanı ilân edilecek yer iken OSB’ye kurban edilmiştir! Siz daha çok yer sıralayabilirsiniz…

Tehlikeli atıklar ciddi ve oldukça yıkıcı sorunlardır. Türkiye’deki üretilen tehlikeli atıkların yüzde biri bile giderilememekte öylece başı boş doğaya bırakılmakta, gömülmekte, denizlere ya varillerle gizlice atılmakta ya da gözden ırak yerlere gömülmektedirler. Dünyada tehlikeli atık sınıfında olduğu bilinen ve mutlaka öyle sınıflandırılan altın gibi madenlerinin pasaları Türkiye’de tehlikeli sayılmamakta ve tehlikeli atık listelerine konmamaktadır.

Gemi söküm tesisleri asla denetlenmeyen yerlerdir. GEMİSANDER (Gemi Söküm Sanayicileri Derneği)’nin kurduğu laboratuvarda, GEMİSANDER’ in çalışanlarınca denetleniyormuş gibi yapılmaktadır!

Bangladeş, Hindistan, Pakistan, Çin Halk Cumhuriyeti ile dünyada bu işi yapan bir diğer ülke Türkiye’dir. Gelişmiş Batı ülkelerinde yapılan gemi sökümleri ise kendi ülkelerine ait askerî gemiler için zorunluluk nedeniyle yapılmaktadır. Ayrıca, sözü edilen gemi sökümcü ülkelere gönderilmeleri ekonomik olmayan gemiler tüm tehlikeli atıklarından arındırıldıktan sonra yerelde standartlarına uygun olarak sökülmektedirler.

İzmir Büyük Şehir Belediyesi meclis salonunda yapılan bir Yerel Gündem-21 toplantısında sunum yapan Sahil Güvenlik yetkililerin sunusunda, gemi söküm tesisleri üzerinde uçuş yaparken helikopterlerindeki askeri görevlilerin “…Gemi söküm ayağına neler sokuyorlar… Kaçakçılık merkezi…” dedikleri alan! Yazık ki öyle…

Gemi söküm tesislerinden ülkemize “Neler sokuluyor?” un yanıtı ise en bilindik asbest olmak üzere, PAH(Polisiklik Aromatik Hidrokarbonlar), PCB(Poli Klorlu Bifenoller), tribütültinler, ağır yağlar…

Söküme gelen gemilerin ne tür atıklar taşıdığı uzman olmayan kişilerce belirlenmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle Gemi Söküm Yönetmeliği değiştirilerek uzmanlara görev ve yetki verilmelidir.

Nükleer atıklar cenneti miyiz? Nükleer enerji santrallerimiz yok ama nükleer atıklarının gömülü olduğu alanlarımız var; İzmir’in merkezinde Gaziemir’de. Bu atıklar devletin ilgili kurumları ve Bakanlığınca yedi yıl neden saklandı? Kim soktu ülkeye ve kaynağı neresi? Devletin bunu bilmesi gerek ama bilmiyor işte! Demek ki, arkası gelebilir. Ne bileyim belki de geliyordur? Dünyanın kurtulmak istediği nükleer atıklar kendilerine yer arıyorlar…

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?

Ekolojik hareketler daha cesur ve yaratıcı olmak zorundadırlar. Hareketlerini politikleştirmelidirler. Bu politikleştirme demek asla bir partinin arka bahçesi olmak, güdümüne girmek değildir. Her şey gibi bu konu da politiktir. TBMM’deki partiler, milletvekilleri, parlamento dışındaki politikacılar, belediye başkanları, seçilmişler hepsi bu konuda bir çıkar gurubu için yasalar üretirlerken, uygulamalar yaparlarken, yaşamı yok edecek düzenleri kurarlarken bütün bunları kabullenmek olmaz. Politika üretmek; yaşamı savunan, onun sürdürülmesini sağlayan politikalar üretmek gerekir. Mücadele alanları en ciddi eğitim alanlarıdır. Bu mücadeleleri ve karşıtlarını iyi okuyup, çözümlemek gerek. Ortak akılla, özgürce üretilen politik önermeler yaşamı savunan ve bunu pratikleriyle kanıtlamış partilere taşımak gerekir.

Asla farklılıkları ötekileştirici bir anlayışla yargılamamak gerekir. Bunlar zenginliklerimizdir; yeterki benim olsun, benim dediğim olsun, ben egemen olayım anlayışı olmasın. Ortak payda yaşamı savunmak olmalı. Dayanışmacı, ortaklaşabilen, sinerjik birliktelik sağlanmak zorundadır.

“Kalkınma” masalıyla yaşamı yıkanlara karşı yaşamın sürdürülebilirliği politikalarını üretmek, örgütlemek ve uygulamaya koymak zorunluluktur. Vakit daha geç olmadan derhal harekete geçilmeli, “Kalkınma” masalı anlatıcılarının sömürgeci maskeleri düşürülmelidir. Yoksa sömürgeleştirilmiş bir ülkede köleleştirilmiş insanlar olarak yaşatırlar. Onların politikalarını kabul etmemek, yaşamı savunmak en acil görevdir.

Ekoloji ve siyaset ilişkisini biraz açabilir misiniz? Bugünkü koşullarda Türkiye’deki aktif olan yaşam savunucuları siyasetle nasıl ilişkilenebilir, neler yapabilir? Geçtiğimiz günlerde aralarında eski yeşillerin de bulunduğu Birleşik Yeşil Hareket bir parti kurma çağrısı yaptı, bundan kısa bir süre sonra başka bir grup tarafından Yeşiller Partisi kuruldu; bu çağrı ve kurulan parti hakkında görüşleriniz neler? Kurucularından olduğunuz HDK ve HDP’nin ekoloji hareketine ne gibi katkıları olabilir, olmaktadır.

Yaşadığımız ekolojik yıkımlar elbette sermayenin egemenliği nedeniyledir ve sermaye sınıfının çıkarı içindir. Bu yıkımlar her ülkenin tarihsel, sınıfsal, kültürel yapısına göre, uluslarüstüleşmiş sermayenin politikalarıyla gerçekleştirmektedirler. Birçok ülkede, nüans farklılıklarıyla birlikte, benzer yöntemlerle ve politik uygulamalarla bunları yaptırabilmektedirler. Brezilya’da Amazon Ormanları neden yok ediliyorsa, Şili’de bakır madenleri için seçilmiş devlet başkanı niçin devriliyorsa, Bolivya’da Potosi gümüş madenleri sekiz milyon insanın canı pahasına nasıl yağmalanıyorsa; petrol için Irak, Libya, Nijerya, Venezuela ve diğer petrol ülkelerine en acımasız zulümler uygulanıp savaşlar çıkartılabiliyorsa, Türkiye’de de altın madenciliği, enerji yatırımları, suların ticarileştirilmesi gibi uygulamalar da aynı sömürgeci egemenlerce ve onların şube müdürlükleri hâline getirdikleri devletlerdeki işbirlikçileriyle uygulanmaktadır. Bu işbirlikçiler devlet başkanlarından tutun da politikacılardan, bürokratlardan, sermayedarlara ve yandaşlarına kadar uzanan bir zincir gibidir. Sorun neticede politiktir. O zaman çözüm de politiktir. Bu çözüm politikası nedir ve nasıl yaşama geçirilecektir? Bu belirlemeyi ve yöntemi halklar ile onların siyasal örgütleri belirleyecektirler.

Türkiye’ye daha yakından bakarak yaşam savunucularının kimler olduğunu tanımlayabiliriz. Öncelikle iyi eğitimli, politik bilinçleri yüksek, becerileri ve meslekleri olan kişilerdir. Bir parti ile üyelik ilişkileri olmasa da tarafı oldukları parti vardır ki, bu parti çoğunlukla sol değerleri savunan parti olmaktadır.

Yaşam savunucuları gerçek bir zafer elde etmek istiyorlarsa, mutlaka siyasal bir partiyle ilişkili olmalıdırlar. Ekolojik sorunların nedeninin sermayeci politikaların bir sonucu olduğu bilinciyle sermaye karşıtı, kalkınmacı retoriğe itirazı olan yaşamın sürdürülebilirliğini savunan ortakçı toplumsal düzenin uygulanabilirliğini sağlayacak örgütlülüğe ulaşabilmelidirler.

Birleşik Yeşil Hareket’in parti kurmak istemesi demokratik haklarındandır. Anayasa çevreyi koruma görevini vatandaşlara da vermiştir. Bu politik kişilerin de partileşerek daha etkin ve sonuç alıcı olarak yaşamı savunma sürecine girmeleri olumludur. Sorun tek bir partinin çözemeyeceği kadar zordur; ortak paydada buluşarak cephe kurmak gerekir.

Yeşiller Partisi umarım ve dilerim ki, yaşamı savunmaya olumlu katkılar koysun, iyi sonuçlar alabilsin.

HDK ve HDP’nin Türkiye ekoloji hareketine ciddi katkıları olmaktadır. HDP, TBMM’de ekolojik sorunları dile getirmekte, çözüm önerileri sunmakta, meclis araştırmaları yapılmasını talep etmektedir. Sorunları alanda takip etmekte, halkla birlikte direnmektedir. Gerek HDK gerekse HDP’nin yerel örgütlülüklerinde sorunlar ele alındığı, çözüm önerileri üretildiği gibi eğitim çalışmalarıyla da ekolojik anlamda bilinçli bir toplum yaratılmaya çalışılmaktadır. Kişisel gözlemim olarak, ekolojik direniş hareketlerine HDP’li milletvekillerinin katılmasının kitlenin artmasını sağladığı gibi o kitlenin özgüveninin de yükselmesine yaradığını söyleyebilirim.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Yeşil Hareketlerin içinde olmadım. Çünkü çözümün rengi gökkuşağı ve ben bu kuşağın kızılındayım. Kendilerini “Yeşil” olarak adlandıranlar ilk tepki yıllarında yeterli politik ve ekolojik bilinç düzeyinde olmadıkları için oldukça acemice eylemler yapıyorlardı ve halk ile bağları olmayan, kendi içlerine kapalı yapılardaydılar. Sorunları politik bilinçten yoksun olarak ele aldıkları için de çözümü hep devlete bırakıyorlardı. Çevreci tepkiler gelişip, ekoloji hareketleri güçlendikçe devletin ne olduğu, hangi saflarda yer aldığı anlaşıldı. Siyasal parti kurulabilmesi için gerekli olan birikim ve deneyimler halkla ilişkilenmeye başladı ve yıllar içinde gelişti. Ben bu süreçte çözümün ancak “ekolojik komüncü” toplumla kökten çözülebileceği düşüncesiyle safımı belirledim.

Uzun sözün kısası: Yaşamı gerçekten savunacak isek, özgür ve insanca yaşamak istiyorsak, ekolojik komüncü bir düzenin yapımı için kendi eğitim ve değişimizden başlayarak çalışmak zorundayız. Yoksa bu güzelim gezegende yaşam yok edilecek ve anlamsızlaşacak.

Bu gün aktif olarak hangi çalışmalar içerisindesiniz?

EGEÇEP (Ege Çevre ve Kültür Platformu), İYA (İzmir Yaşam Alanları), HDK (Halkların Demokratik Kongresi) Ekoloji Meclisi üyesi,  KMO ( Kimya Mühendisleri Odası- Ege Bölge Şubesi Ekoloji Komisyon’unda çalışmalarımı yürütmekteyim.

Kendinizi kısaca tanıtabilirmisiniz? Bu güne kadar hangi yeşil/ekoloji haraketlerinin parçası oldunuz?

1950 İzmir doğumluyum. Kimya Mühendisiyim. Yaklaşık on yıl KMO Ege Bölge Şub. Başkanlığı yaptım. HDP Kurucularındanım. HDK Üyesiyim. EGEÇEP Kurucularındanım. Hem EGEÇEP’ in hem de bileşenlerinden Tehlikeli Gemi Sökümünü Önleme Girişimi’nin dönem sözcülüklerini yaptım. İYA’da Çevre Komisyonundayım. Bergama Ovacık altın madenine karşı kurulan ELELE HAREKETİ’nin ilk gününden beri ekolojik mücadelenin içindeyim. Dört yıldan fazla süreyle Anadolu’daki ekolojik ve çevresel sorunların olduğu direnişlerin gerçekleştirildiği alanlardan TV programları yaptım. 

Paylaş.

Yazar Hakkında

1 Yorum

  1. Mustafa Cevdet Arslan yayın tarihi

    Olumlu bir eleştiri olarak:
    Ertuğrul Barka’nın samimş söyleşisini ve düşüncelerini keyifle ve hak vererek okudum.
    Esin kaynağı olan bir söyleşi olmuş. Bu özellikler için teşekkür ederim..

    Olumsuz buldupum yanı ise Radikal Yeşillerin bu ülkenin yeşil ve ekoloji mücadelesine katkılarını görmezden gelmiş olmasıdır.
    Görmezden gelme diyorum çünkü ilk başlarda halktan kopukluktan söz ederken işin başlangıcındaki bizlerin böyle bir durumu yoktu.
    Politik yetkinlik açısından da kızıllardan hiçbir zaman geri kalmadık. Kızıllar biz radikal yeşillerden beri yani otuz yılı aşkındır hala endüstri, kalkınmacılık eleştirisi yapabilmiş değiller.
    Toplumcu ütopyayı bile güncelleyemediler.
    İşin başında oluşturduğumuz Radikal demokrat yeşil parti program taslağı ütopyasına bile yaklaşabilen bir program ortaya koyamadılar.
    Yine de biz bardağın dolu tarafından bakıp ekolojistim diyenlerle en azından birlikte yaşam savunuculuğu yapıyoruz.

Bir Yorum Bırakın