Melda Onur ile Söyleşi; “Milletin Meclisine gelip Milletvekiline baskı yapılmalıdır!”

0

İlk defa sorularımızı parlamentoda bulunmuş bir milletvekili arkadaşımıza yönelttik. Doğrusunu isterseniz ekoloji aktivistleri olarak bizler, hareketin siyasi ayağına bugüne kadar pek fazla ehemmiyet vermedik. Belki de işlerin parlamentoda hallolacağına dair ikna edici argümanlara sahip değiliz henüz. Fakat aramızdan biri olarak Melda Onur parlamentoya girdi ve 2011-1015 döneminde TBMM’de Çevre Komisyonu Üyesi olarak çalıştı. Bu süre içerisinde pek çok ekoloji mücadelesi veren kişi, kurum, grupla ortak mücadelelere katıldı ve bunları TBMM’ye taşımayı başardı. Onur, bugün; “Tüm etkisizleştirilme gayretlerine rağmen TBMM ile yakın ilişkide olmanın önemine inanıyorum” diyor ve ekliyor; “Şunu unutmamak gerek. Milletin birer temsilcisi olan ekoloji grupları, Milletin Meclisine gelip Milletvekiline baskı yapmalıdır. Bunun sonucu az ya da çok, er ya da geç alınır.” Bu konuda çok net ve kararlı görülüyor. Kendisine katılırsınız ya da katılmazsınız. Fakat aramızdan biri olarak orada bulunduğunu unutmayalım. Bu yüzden, okuyacağınız bu söyleşi mahkeme duvarlarına benzeyen, asık suratlı bir söyleşi olmadı. İşte bir “tüyo”:) “Twitter etkili. Orada yazdığınızdan siyasetçiler biraz çekiniyor… Bir panelde bir dinleyici CHP’den bir konuya değinmesini talep etmişti. CHP yönetiminden bir arkadaşımız da vardı panelde, ‘Melda vekilinize söyleyin tweet atsın parti harekete geçer’ demişti, gülerek. Şaka olmakla birlikte gerçek tarafı var 🙂 “

Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi’nde “Türkiye’de Covid 19 Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşilerimiz Melda Onur ile devam ediyor;

Siyasette bugün artık ekoloji bir politika olmaktan çıkmalı ve bütün politikaların üzerine oturduğu bir temel olarak kabul görmelidir.

“Siyaset ekolojiyi işine geldiği zaman diline dolayıp kullanıyor ama özümsemiyor. Ekolojiyi gençleri, kadınları, artık yavaş yavaş çantada keklik olmadığını anladığı grupları kazanmayı amaçlı, gerektiğinde kullanılacak, savunulacak ama belli bir çemberin dışında tutacağı bir disiplin olarak görüyor. Bunu bütün partiler için söyleyebilirim, çünkü ekolojiyi özümsemek, hayata geçirmek, yani daha önce de söylediğim gibi bütün politikaların temeline oturtmak gibi bir yaklaşım yok.”

“2011-2015 dönemi özgürlük rüzgarlarının estiği bir dönemdi. Barış süreci bize ekolojik soruları gündeme taşıma fırsatı verdi. Gezi direnişi ekoloji hareketinin arkasında büyük bir kamuoyu yarattı. Ama 2015 ile girilen süreç, barışın sona ermesi, yenilenen seçimler ve yoğun baskıcı tutum, sokakların terörize edilmesiyle ekoloji hareketi de sarsıldı. Bir de eskiden en azından bölgelerde mahkemeler bir nebze olumlu karar verebiliyorlardı. Şimdi mahkemelerle puzzle gibi oynuyor, heyet değiştiriyor ve ekolojik yıkımı hukuk sürecinin dışına çıkarmak için her yolu deniyorlar. Artık çok zorlaştı. O nedenle parçalı mücadele yerine daha yekpare ve daha gülü olmaya ihtiyaç var.”

“Ekolojist yerine “yaşam hakkı savunuculuğu” diye ifade etmeyi tercih ediyorum. Her ne kadar bu bakış şekli sizin kapsama alanınızı genişlettiği için dağılsanız da, ekoloji gerçekten de bütüncül – hani felsefecilerin holistik dediği türden – bir bakış açısı gerektiriyor. Yani eğitimi, ulaşımı, kenti, sağlığı, kültürü bundan ayıramazsınız.”

“Aynı yıllarda çalıştığım ya da dışarıdan danışmanlık yaptığım sektörlerde de “çevre konusu ya da mevzuatı” sürekli önümüze çıkıyordu. İşletmeler için bu konu bir maliyet kalemi, faaliyet alanlarını daraltan ve “bypass edilmesi gereken” ya da “arkadan dolanmak gereken” bir engel gibi görülüyordu.”

“Bütün siyasi partilerle irtibat kurulmalı. Çünkü kaçamazlar. Ben TBMM’ye ekoloji gruplarını götürdüğümde bütün partilerin grup başkan vekillerinden randevu istiyorduk. AKP çoğunlukla vermemeye çalışıyordu, ama orada da ilgili komisyon başkanlarını zorluyorduk.”

“Tabii gündemin çok sık değişmesi bir dezavantaj ama bir konuyu gündemde tutmanın yöntemleri var, bir de adanmışlık gerekiyor tabii…”

“Mesela story çok yeni bir alan ve genelde pek siyasileşmedi. Mesela 24 saatlik story başlatırdım ben şu an vekil olsaydım, hiç kullanılmadı galiba.”

“Kadın ekolojinin gerçekten de bir parçası, köyde de kentte de. Bu bağ kendiliğinden ve çok güçlü. Esas yapılması gereken erkek ve ekoloji bağını güçlendirmek. O zayıf.”

Söyleşi: İsmail Akyıldız / 30 Kasım 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi

Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bu güne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?

Bu soruya, bu tarihçeye katkıda bulunmak üzere kendi tecrübem ışığında ve yakın dönem itibarıyla yanıt verebilirim. Doğrusu çevre ya da daha doğru ifadesiyle ekoloji hareketinin çok eskilerinden değilim. Ama bu hareketi takibe almaya ve hareketin bir parçası olmaya hayatımın bir döneminde bir karar vererek başlamadım. Hayatın içinde karşılaştıklarım, yaşananlarla birlikte kendimi bu safta buldum.

Bunu şunun için söylüyorum: Yaşam hakkını savunanlarla birlikte olduğunuzda, bu mücadelenin ne olduğunu özümseyerek yola çıktığınızda, konuya çok daha geniş anlamda bakabiliyorsunuz. Zaten ekolojist yerine “yaşam hakkı savunuculuğu” diye ifade etmeyi tercih ediyorum. Her ne kadar bu bakış şekli sizin kapsama alanınızı genişlettiği için dağılsanız da, ekoloji gerçekten de bütüncül – hani felsefecilerin holistik dediği türden – bir bakış açısı gerektiriyor. Yani eğitimi, ulaşımı, kenti, sağlığı, kültürü bundan ayıramazsınız.

Tabii Türkiye’de uzun yıllardan süzülen bir çevre hareketi var; ama çevrecilerin ilgi alanlarının çok kısıtlı olduğu düşünülen yıllar çok yakın geçmişte. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Çevre Mühendisliği Bölümünün eğitime başladığı 1978 senesini hatırlıyorum, çünkü ablam İnşaat Fakültesinde idi. Arkadaşlarıyla bir gün aralarında “bunlar çevreci çöp toplayacaklar” diye şakalaştıklarını hatırlıyorum.

Gerçekten de bu algı o gün bugündür değişmedi. Çevreyi temiz tutma, yerel yönetimlerin atık yönetimi, çöp ve sigara izmariti toplayan çevreci çocuklar dönemi… Yani çevre konusu kirlenmişi temizlemek olarak uzun yıllar sürdü. Bugün hala bu durum var, ama artık atık yönetimi işte bu yaşam hakkını koruma mücadelesinin ve faaliyetlerinin yalnızca bir alt kolu.

Kirlettirmemek, korumak, dokundurmamak gibi eylemlilikler – ki ekoloji mücadelesinin esasını teşkil eder – enerji, inşaat gibi faaliyetlere ya da büyük sanayilerin işleyişine küçük küçük çomaklar soktuğu için “marjinalleştirilmeye” çalışıldı yıllarca.

2000’li yılların ilk yarısında uluslararası bir sosyal girişimcilik ağının Türkiye’deki ofisi ile gönüllü olarak birlikte çalıştım. Uluslararası sosyal girişimcilerin yaşam alanlarını koruma ve iyileştirme yönündeki faaliyetlerini okurken yukarıda sözünü ettiğim bu bütüncüllüğü görüyordum; eğitim hakkının, su hakkından, sağlık hakkının, ulaşım hakkından ayrılamayacağı ve bunların tümünün aslında ekolojik döngünün temsil ettiği bir yaşam alanı mücadelesinin alt disiplinleri olduğunu o yıllarda el yordamıyla fark etmiştim. Aynı yıllarda çalıştığım ya da dışarıdan danışmanlık yaptığım sektörlerde de “çevre konusu ya da mevzuatı” sürekli önümüze çıkıyordu. İşletmeler için bu konu bir maliyet kalemi, faaliyet alanlarını daraltan ve “bypass edilmesi gereken” ya da “arkadan dolanmak gereken” bir engel gibi görülüyordu. Örneğin uluslararası nakliyatta “yeşil araçlar” devreye giriyordu. İletişimde baz istasyonları, şirketlere yeni bir “çevrecilerle mücadele alanı” çıkarıyordu. Ya da tam da bu dönemlerde “alternatif enerji” diye yutturulmaya çalışılan HES’ler köylü direnişleriyle karşılaşmaya başlamışlardı.

Yine de “tuzu kuru çevreci” tanımıyla marjinalleştirilen ve hatta kriminalize edilen aktivistlerin dünya örneklerini göstererek başlattıkları haykırış, 2000’li yıllarda çıkarılan yasaların (enerji, su , maden, kentsel dönüşüm faaliyetleri ile ilgili yasalar) 2010’larla birlikte iyice kuşatılan köylülerin/mahallelilerin çığlığıyla buluştu.

Çünkü hava kirlenmeye, dereler kurumaya ve toprak erozyona uğramaya başlamış, köyden kente ya da kent merkezinden çeperlere zorunlu göç başlamıştı.

Yurdun bütün bölgelerine yapılan bu vahşi kapitalist saldırının karşısında aktivistlerle köylüleri buluşturan dernekler, platformlar, dayanışmalar, hareketler gibi irili ufaklı kimi kurumsal kimi dağınık tüzel yapılar oluştu.

2013 Gezi Direnişinin en önemli bileşeni olan bu gruplar, Türkiye kamuoyunun çevre algısını değiştirdi. Ekoloji kelimesinin dillendirilmesi ve yaşam alanı mücadelesinin açığa çıkmasında çok önemli bir eşik olduğunu söylemek yanlış olmaz.

O güne değin marjinal alan içerisinde tutulmaya çalışılan bu mücadele artık ana akımın en önemli mücadele alanlarından biri haline gelmiştir. Ve içine insan hakları ve sosyal hakların disiplinlerini de almış, hak öznelerini de mücadelenin özneleri haline getirmiştir. Kadın gibi, LGBTİ birey gibi, sığınmacı gibi…

Siyasette bugün artık ekoloji bir politika olmaktan çıkmalı ve bütün politikaların üzerine oturduğu bir temel olarak kabul görmelidir.

Ekoloji hareketinin bu güne kadar önemli başarıları ve başarısızlıkları nelerdir?

Hangi konularda başarılı ya da başarısız olduklarından ziyade başarılı ya da başarısız olma sebeplerinin bazılarını burada anlatmak daha doğru olur benim için. Örneğin herhangi bir yerdeki bir ekoloji mücadelesi filizleniyorsa ve eğer o bölgede yaşayan halkın itirazı ya da gerçek anlamda karşı çıkışı yoksa ne yaparsanız yapın başarılı olamıyor. Ekoloji aktivistleri yıprandıklarıyla kalıyorlar. Ama bölgenin halkı durumu fark ettiğinde çok gecikmeden, zamanlaması doğru yapılarak başlatılan bir girişim başarı sağlayabiliyor. Ama kimi zaman da halk durumu fark ettiğinde iş işten geçmiş oluyor. Bu durumları da gördük. Bu genelde bölgede yaşayanların iletişime açıklığı, o bölgeden / köyden, mahalleden yetişmiş kişilerin bunu sahiplenmesi ya da bölge halkının kültürel özellikleri ile ilgili. Bu konuda çok kesin bir tanım yapmak çok zor. Bazı yerde koşulsuz teslim olma var. Orada ekoloji hareketi ne yapsa olmuyor. Bunu için daha geniş bir ağ gerekiyor, ancak ekoloji hareketi maalesef yekpare hareket etmekte başarısız. Üstelik dinamik olmakla beraber parçalı olması, küçük küçük gruplardan oluşuyor (ki dinamizmi de biraz bu sağlıyor); bu gruplar arasında kimi zaman iş yapış şekli, yöntem, ilişki ağı, ideolojiler, siyasi duruş ve partilere yakınlık nedeniyle anlaşmazlıklar oluyor. Bu da ekoloji mücadelesinin en büyük iç düşmanı. İktidar için çok kullanışlı hale geliyor. Bunun bir benzerini, yine ekoloji mücadelesinin de bir alanı olan hayvan hakları mücadelesinde görüyoruz.

Gezi’deki bütünlük ve onu takip eden dönemde yaşanan ortak mücadele giderek ve biraz da bu parçalanmışlıkla sönümlenmeye başladı maalesef.

Covid-19 pandemisi ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/oynar mı? Salgın hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulunduğumuz koşulların avantaj ve dezavantajları nelerdir?

Aslında koronavirüs bize doğru yolu gösteriyor ama görmek isteyene tabii… Bir kere ilk nefeste daha soluduğumuz havanın temizliğinin ve kalitesinin ne denli önemli olduğunu gördük. Çünkü özellikle kömür santrallerinin bulunduğu bölgelerde korona virüsü vatandaşı daha da olumsuz etkiledi. Hatta korona önlemleri alınırken büyük şehirlere Zonguldak’ın da ilavesi bunun bir göstergesiydi. Aynı şekilde su hakkı, temizlik, temiz ve ücretsiz suya ulaşma hakkının ne kadar kritik olduğu görüldü. Sağlıklı ve güvenli gıda temininin, ulusal tarımın, gıda üretiminde kendi kendine yeterliliğin ne kadar önemi olduğu ortaya çıktı. Sosyal devlet olma, yerel yönetimlerin sosyal politikaları ve sosyal hakların güçlendirilmesi gereği açığa çıktı. Örneğin eğitim hakkının herkese eşit bir şekilde ulaşabilmesi; sağlık hizmetlerine ücretsiz erişim hakkının herkese ulaşabilmesi; güvenli ve sağlıklı ulaşım ve çalışma hakkı; sağlıklı, güvenli ve onurlu bir ev ortamında yaşayabilme. Bu sonuncusunun pandemi döneminde ne kadar önemli olduğu da ortaya çıktı. Bugün koronavirüs nasıl yaşamamız gerektiğini, bundan sonra yaşam alanımızı nasıl güvenli hale getirebileceğimizin yol haritasını çiziyor bizlere. Devletin ve siyasetin de bunu göre hareket etmesi gerekiyor.

Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bu gün ülkenin en önemli ekoloji sorunları-öncelik sırasına göre-nelerdir?

Ekolojik krizin pek çok etkisini Türkiye’de kendisi de bu krize katkı veren bir ülke olarak yaşıyor elbette. Fosil yakıtlara yüklenen bir enerji üretimi, hatta bunun vatandaşın talebine göre değil, sürdürülemez bir ekonominin arsız ihtiyacına göre planlanması sorunları daha da tabana yayıyor. Aynı mantıkla yürütülen su, tarım ve gıda politikaları da ekolojik krizi ağırlaştırıyor. Tarımını, suyunu korumak üzere geleceğe dönük ekolojik vizyonlu bir program yerine kaynakların tüketimi ve bunun kısa vade zenginliklere bölüştürülmesi tercih ediliyor. Gıda ve su güvenliği konusunda on yıllardır bilim adamları ve uzamanlar uyarıyor ama hala bu konuda atılan bir adım olmadığı gibi çılgın yıkım projeleri, ülkenin ormanlarının katli, sularının gaspı tarım alanlarının yok edilmesi umarsızca sürüyor. Ekolojik kriz Türkiye’de işsizliği, yoksulluğu hızla yaygınlaştırıyor; baskı yaratıyor.

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?

Ekoloji hareketi bu konuya çok boyutlu bakmaya çalışmalı. Yani her bir ekolojik mücadeleyi ihlal edilen tüm haklar boyutuyla ele alarak yürütmeli. Bu mücadelede farklı alanlardan demokratik toplum kişi ve kuruluşlarıyla işbirliği yapmalı. Bir de çözüm odaklı yaklaşım çok önemli. Yıllarca “biz olmaması gerektiğini” söyleriz “nasıl olması gerektiğini söylemek zorunda değiliz” bakış açısı vardı. Ancak mücadele edilen alanların köylülerine, mahalle sakinlerine çözüm önerisi sunmak, yeni bir yol önermek her zaman daha fazla güven sağlıyor. Bu yüzden de dayanışma ve işbirliği çok önemli. Bir de siyaset ve TBMM’den uzak durmamak gerekiyor. Genelde bu tür alanlarda faaliyet gösteren gruplar siyasi partiler ve siyasetçilerden uzak olmayı istiyor. Oysa siyasetçileri yönlendirmek ve onlar üzerinden Ankara’yı baskılamak önemli.

Türkiye’de içinde bulunduğumuz koşullarda ekoloji – siyaset ilişkisini biraz daha açabilir misiniz? Sizce ekoloji hareketi aktif siyasete bir parti olarak mı girmeli yoksa aktif partilerle ilişkilerini kuvvetlendirme yoluna mı gitmeli? “Siyaset ve TBMM’den uzak durmamak” neden bu kadar önemli? HDP ve CHP dışındaki partilerle nasıl bir irtibat kurulmalı/kurulmalı mı? Buna bağlı olarak sizin parlementoda bulunduğunuz 2011-2015 yılları ile 2020 yılları arasında siyaset ve ekoloji hareketi açısından değişen bir şey var mı?

Türkiye’de ekoloji – siyaset ilişkisinde iki taraflı yanıt vereyim. Siyaset ekolojiyi işine geldiği zaman diline dolayıp kullanıyor ama özümsemiyor. Ekolojiyi gençleri, kadınları, artık yavaş yavaş çantada keklik olmadığını anladığı grupları kazanmayı amaçlı, gerektiğinde kullanılacak, savunulacak ama belli bir çemberin dışında tutacağı bir disiplin olarak görüyor. Bunu bütün partiler için söyleyebilirim, çünkü ekolojiyi özümsemek, hayata geçirmek, yani daha önce de söylediğim gibi bütün politikaların temeline oturtmak gibi bir yaklaşım yok. İyi niyet olsa da yok çünkü ekoloji çok kapsamlı bir tedrisat, bir dünyaya, hayata, topluma ve yönetime bakış şekli. En basit örneğini şöyle vereyim: Ben Ekolojik Anayasa Platformunun bir üyesiydim. Bu konu çok kereler de gündeme getirdim. Kendi partimden bazı arkadaşlarım gülüyorlardı bile ilk başlarda. Aradan zaman geçti, artık milletvekili değildim, ancak 7 Haziran seçimleri öncesi parti programı için benden çevre konuları üzerine katkıda bulunmamı istediler. Bende çevrenin bağımsız bir politika olmayacağı düşüncemden yola çıkarak görüşümü ekolojik anayasa üzerine hazırlayıp illettim. Doğrusu çok radikaldi bence. Kullanacaklarını da düşünmemiştim. Kullanmışlardı ama çevre başlığı altına koymuşlardı. Oysa ekolojik anayasa çevre başlığı altına konamaz ki. Yani sizin imardan enerjiye, ekonomiden eğitime bütün politikalarınız ekolojik olursa “ben ekolojik anayasayı savunuyorum ve parti programımda da tüm politikaları bu bakış açısıyla yeniden yazıyorum” dersiniz. Bir de ekoloji sözü yabancı geliyor. Ekolojik Anayasa Girişimi olarak Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na görüşmeye gittiğimizde MHP’li üye “ekoloji yerine başka bir kelime bulunsa daha anlaşılır olur” demişti. Belki de haklı. Çünkü kelimeler çok önemli. Mesela “Toplumsal Cinsiyet” tanımı AKP ve onun temsil ettiği kesimde kabul görmüyor. Toplumsal Cinsiyet çalışan AKP’li bir kadın, ikna edemiyoruz bir türlü, başka bir terim bulmamız lazım, diye yakınıyordu. Dil önemli tabii…

Ekoloji hareketi tarafından bakılınca siyaset aslında bundan bir 10 yıl önce olduğu kadar uzak değil. Benim milletvekili olduğum 24. Dönemin katkısı büyüktür. Bir de o zamanın ruhu, ekoloji direnişlerinin görünürlüğü, milletvekilleri olarak alanda onlarla birlikte olmamız ve tabii Gezi Direnişi çok değerlidir. Ekoloji hareketin aktivistleri önceleri biraz mesafeliydiler, mesela ben ilk eylemlere katıldığımda “siyasetçiler, milletvekilleri konuşmasın” derlerdi. Ben de siyasetçileri konuşturmazlarsa küçük bir eylemin gündem olmasını zor olduğunu söylüyordum. “Gelip konuşup gidiyorlar, takip etmiyorlar” diye şikayet ediyorlardı. Yani konuyu “siyasete alet etmek” onlara itici geliyordu. Ama aslında ekoloji mücadeleleri siyasetin tam da kendisi, tam da göbeğinde… Bir de zamanla bizlere güvendiler. Bu güven takip ettiğimiz işlerin ucunu bırakmadığımızı gördüklerinde sağlandı. Daha sonra onları TBMM’ye davet ettik, kürsü açtık, önergeler verdik, mahkemeleri takip ettik. Artık bu sorun aşıldı. Bu nedenle TBMM ne kadar etkisizleştirilmeye çalışılırsa çalışılsın ben hala kamuoyu yaratma konusundaki gücüne inanıyorum. Yani TBMM milletin meclisi, uzak kalmaya gerek yok.

Bütün siyasi partilerle irtibat kurulmalı. Çünkü kaçamazlar. Ben TBMM’ye ekoloji gruplarını götürdüğümde bütün partilerin grup başkan vekillerinden randevu istiyorduk. AKP çoğunlukla vermemeye çalışıyordu, ama orada da ilgili komisyon başkanlarını zorluyorduk. Grubun içinde bazı parti gruplarına girmek istemeyenler de oluyordu, onlar dışarıda bekliyordu. Şunu asla unutmamak gerek: İktidar partisi alanda bu ekolojik yıkım nedeniyle çok eleştiriliyor Benim olduğum dönemde de öyleydi. Ben çevre komisyonu üyesi iken ilgili bakanlar komisyonlarla toplantılar yapardı. Bu toplantılarda iki kez AKP’li üyelerin özellikle derelerin kuruması, ormanların kesilmesi ve toprağın heyelana, erozyona açık hale gelmesi nedeni ile “bölgemize gittiğimizde çok zor durumda kalıyoruz, çok eleştiri alıyoruz” dediklerine şahit olmuştum, ki çoğunlukla muhalefetin bulunduğu ortamda bunu yapmazlar. MHP’nin seçim şarkısı olan “Ölürüm Türkiyem”deki “ırmağının akışına” dizesini yıllar önce dönemim MHP grup başkan vekilinin yüzüne vuran da Loç Vadisi direnişinden bir arkadaştı. Seçim sırsında şarkıyı söylüyorsunuz ama ırmaklar kururken sessiz kalıyorsunuz demişti, çok şaşırmıştı tabii MHP’li başkan.

Şunu unutmamak gerek. Milletin bir temsilcisi olan ekoloji grupları, Milletin Meclisine gelip Milletvekiline baskı yapmalıdır. Bunun sonucu az ya da çok, er ya da geç alınır.

2011-2015 dönemi özgürlük rüzgarlarının estiği bir dönemdi. Barış süreci bize ekolojik soruları gündeme taşıma fırsatı verdi. Gezi direnişi ekoloji hareketinin arkasında büyük bir kamuoyu yarattı. Ama 2015 ile girilen süreç, barışın sona ermesi, yenilenen seçimler ve yoğun baskıcı tutum, sokakların terörize edilmesiyle ekoloji hareketi de sarsıldı. Bir de eskiden en azından bölgelerde mahkemeler bir nebze olumlu karar verebiliyorlardı. Şimdi mahkemelerle puzzle gibi oynuyor, heyet değiştiriyor ve ekolojik yıkımı hukuk sürecinin dışına çıkarmak için her yolu deniyorlar. Artık çok zorlaştı. O nedenle parçalı mücadele yerine daha yekpare ve daha gülü olmaya ihtiyaç var.

Türkiye’de kadın ve ekoloji ilişkisi üzerine kısa bir değerlendirme yapabilir misiniz? Kadın hareketi ve ekoloji hareketi arasındaki bağı kuvvetlendirmek için neler yapılabilir?

Kadın ve ekoloji doğrudan birbirine bağlı iki başlık. Özellikle Anadolu’da kadınların ekoloji direnişinde ön saflarda olmaları bundan. Ben bu eylemlerde, hele ki son derece muhafazakar, çok yüksek oranlarda AKP’ye oy vermiş köylerin kadınlarının direnişte ön safta jandarmayla çatışmaları çok ilgimi çekmişti. Neden kadınlar önde oluyordu, jandarmayı durdurmak için mi, yanı kadına belki el kaldırmaz diye mi? Hayır. Zira son derece acımasızca darp ediliyorlardı. Erzurum Bağbaşı’nda bir çatışma sonrası gittiğimizde 80’lin ninenin kolları mosmor ve darp içindeydi. Bir gün bir kadın tam da bu arbede günlerinde yaşadıklarına serzenişle şöyle dedi bana: “Vekil vekil, bana, katonun (kepçenin) önüne gidip oturduğum için ‘işe engel olmaktan’ dava açtılar. Peki ya benim işim ne olacak”. Bu cümle benim ekolojiye, köy yaşamına, kadının rolüne ve geçimlik üretime bakış açımı değiştirdi. Kadın aslında toprakla, suyla, havayla çok daha iç ie yaşıyor ve elinden gittiğini hissettiğinde direniyor. Şöyle düşünün: Çoğunlukla erkek köyün dışında, ilçede bir yerlerde günlük yevmiyeli işçi olarak çalışıyor, sabah gidip akşam geliyor. Kadın sabah kalkıyor, dereden gelen suyla bahçesini suluyor, hayvanlarına su veriyor, evini temizliyor vs. Bahçesinden topladıklarıyla evin yiyecek ihtiyacını sağlıyor, kalanlarını belki yakın bir pazarda satıyor. Akşam yemeğini çıkarıyor. Yani bir nevi geçimlik üretici. Biz Bağbaşı HES’e direniş gösteren kadınların yanına gittiğimizde bize HES inşaatları ile bulanan suyu göstermişlerdi bidonlarla. Bir de toprakların çıkarılıp döküldüğü yeri. Burası baraj etkisi yapar, su basar buraları demişlerdi. Amasra’daki yıllardır süren termik santral direnişi için gittiğimizde Tarlaağzı köyü kadınları erkeklerine göre çok daha farkındaydı olan bitenin. Termiğin yaratacağı kitli hava ile arık fındık ve fasulye yetiştiremeyeceklerini söylüyorlardı. Kadın ekolojinin gerçekten de bir parçası, köyde de kentte de. Bu bağ kendiliğinden ve çok güçlü. Esas yapılması gereken erkek ve ekoloji bağını güçlendirmek. O zayıf.

Basın ve sosyal/medya mecralarını daha etkili kullanabilmek için neler yapılabilir? Parlamentodaki siyasileri nasıl harekete geçirebiliriz? Basın/Sosyal Medya -Parlemento- Ekoloji hareketi üçgeninin işlerlik kazanabilmesi için neler yapılabilir?

Ben Milletvekilliğini gazeteci gibi yaptım çünkü milletvekilliğinin bir okulu yok, el yordamı ile öğreniyorsunuz, siyaset okulları size içerik verir ama ilişki kurmayı çok fazla öğretmiyor. En iyi ilişkiyi de yaptıkları için doğası gereği doktor ve avukatlar kuruyor. Ben gazeteci gibi yaptım çünkü onu biliyordum. Yani özel haber çalışır gibi herkesin rutin gittiği alanların dışına çıktım ve “marjinal” denilen alanları gündeme taşımaya çalıştım. Bunu yaparken de en büyük desteğim sosyal medya idi. Bu anlamda twitter etkili. Orada yazdığınızdan siyasetçiler biraz çekiniyor. Bu nedenle kullanılabilir. Hatta firmalar bile size email’den ziyade twitter üzerinden ulaşıyor eğer mention yaparsanız. Tabii gündemin çok sık değişmesi bir dezavantaj ama bir konuyu gündemde tutmanın yöntemleri var, bir de adanmışlık gerekiyor tabii… Bir panelde bir dinleyici CHP’den bir konuya değinmesini talep etmişti. CHP yönetiminden bir arkadaşımız da vardı panelde, “Melda vekilinize söyleyin tweet atsın parti harekete geçer” demişti, gülerek. Şaka olmakla birlikte gerçek tarafı var:)

Sonuç olarak benim yöntemim şöyle: Bir ekolojik sorun olduğunda o konuyla ilgili aktivistler, acaba o bölgedeki mahalleli ya da köylü, artık kim yaşıyorsa bakacak konu sahipleniliyor mu? Sahiplenilmiyor ise sahiplenilmesi için ön çalışma yapacak, bilgilendirme çalışması. Sonra gözlerine uygun -kendi bölgelerinden ya da bu konularla ilgili- vekil kestirip TBMM’ye sorunlarını ulaştırmanın yolunu arayacaklar. Bu süreçte de haklılıklarını gösteren sosyal medya kampanyasına başlayacaklar, hepsini kullanmaları lazım. Mesela story çok yeni bir alan ve genelde pek siyasileşmedi. Mesela 24 saatlik story başlatırdım ben şu an vekil olsaydım, hiç kullanılmadı galiba. Böyle böyle mücadelenin taşlarını döşemek gerek. Bir de adanmışlık ve kararlılık önemli. Bakın Bağımsız Maden-İş’e… Bence bu dönemin en başarılı mücadele örneği.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Şunu eklemek isterim: Ben ekolojiye dilsiz haritaları üst üste koyarak bakmak diye tanımlıyorum. Yani çocukluğumuzun coğrafya atlaslarında yalnızca akarsuları, yalnızca tarım üretimini, yalnızca iklimi, yalnızca akarsuları, yalnızca bitki örtüsünü, yalnızca hayvanları, yalnızca madenleri gösteren haritalar olurdu. Eğer sadece maden haritasına bakarsanız ülkenin her yerini kazarsınız, eğer sadece akarsu haritasına bakarsanız ülkenin her yerini HES’e boğarsınız. Hepsini üst üste koyduğunuzda o size o bölgenin ekolojisini ve dikkate almanız gereken diğer değerlerinizi gösterir.

Bu gün aktif olarak hangi çalışmalar içerisindesiniz?

4 yılı aşkın bir süredir Sosyal Haklar Derneği Genel Başkanlığı görevini yürütüyorum. Sosyal Haklar konusunda özellikle sosyal cinayet diye tanımladığımız alanlarda hukuki destek veriyoruz. Bütün örnekler de gelip ekolojik sorunlara dayanıyor. Soma, Aladağ, Çorlu…

Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Bu güne kadar hangi yeşil/ekoloji haraketlerinin parçası oldunuz?

Çalışma hayatına gazeteci olarak başladım. Daha sonra çeşitli sivil toplum kuruluşlarında profesyonel ve gönüllü olarak çalıştım. Bir dönem yayıncılık ve prodüksiyon işi yaptım. Milletvekilliğim öncesi iletişim danışmanlığı yaptım. Çevre hareketiyle de bu dönemlerde tanıştım. TBMM’de Çevre Komisyonu Üyesi olmayı seçtim. Aynı dönem Ekolojik Anayasa Platformu’nda yer aldım. Bu sürede pek çok ekoloji mücadelesi veren kişi, kurum, grupla ortak mücadelelerde yer adım ve bunları TBMM’ye taşıdım. Tüm etkisizleştirilme gayretlerine rağmen TBMM ile yakın ilişkide olmanın önemine inanıyorum.

Paylaş.

Yazar Hakkında

Bir Yorum Bırakın