Bizi devlet kurtarmayacak

0
Evet, devlet birçoklarınca iklim değişikliğinin etkilerini hafifletmek için yapılması gerekenleri sağlamanın tek yolu olarak görülüyor ama tarih bunun aksini ortaya koyuyor.

Ağustos 2018’de, Hollanda Çevre Değerlendirme Dairesi, Yale Üniversitesi ve başkalarından oluşan bir konsorsiyum, gerek altı bini aşkın şehir ve bölgenin gerekse AB’de ve “fazla salınım yapan” dokuz ülkede (Brezilya, Çin, Hindistan, Endonezya, Japonya, Meksika, Rusya, Güney Afrika ve ABD) bulunan (toplam cirosu 21 trilyon ABD dolarını aşan) iki binden fazla şirketin iklim değişikliğinin etkilerini hafifletme taahhütlerini inceleyen bir rapor yayınladı. Bu raporun yazarları, 2015 tarihli Paris Anlaşması’yla uyumlu olarak bazı işletmelerin ve alt ulusal yönetimlerin karbon emisyonlarını azaltma taahhüdünü övüyor. Gelgelelim, raporda varılan sonuca göre, her ne kadar bu çabalar önemli görünse de, “küresel ısı artışını ‘2°C’nin oldukça aşağısında tutmak ve 1.5° C’yle sınırlama yönünde’ çalışmak açısından hâlâ yeterli değil.” Rapora bakılırsa, 2015 tarihi anlaşmada ortaya konulan hedeflere ulaşma umudunun tek yolu, ülke içinde ve başka ülkelerle eşgüdüm içinde çalışan “ulusal hükümetler”den geçiyor.

Climate Leviathan adlı kitabımızın önermelerinden biri şu: Hızla ısınan ve değişken gezegenimize dair bizi kaygılandırması gereken şeylerin epey bir kısmı gezegenimizin geçirdiği dönüşümün, gerek içinde yaşadığımız topluluklarda gerekse başka ölçeklerde taşıyacağı siyasî anlamla ilgili. İklim değişikliğinin sebep olacağı çevre sorunları –kuraklık, ısı dalgaları, kasırgalar, okyanusların asitlenmesi, türlerin soylarının tükenmesi vb.– başlı başına ürkütücü olsa da, insan topluluklarının bunlara hangi yöntemlerle tepki vereceği daha da korkutucudur. İklim değişikliğinin mevcut işleyiş tarzıyla yaşamlarımız açısından neden olduğu sonuçlar sıkça anlatılıyor bize: Aptallaşıyoruz, adileşiyoruz, daha az üretken oluyoruz vb. Kaynak savaşları, açlık, eşi benzeri görülmedik kitlesel göç, salgın hastalıklar ve şiddetle tanımlanan ve günden güne sıkça gündeme getirilen müstakbel dünya tasvirleri ise en ciddi kaygılarımızı görünür kılıyor. Mad Max gibi distopik fantazilere yapılan göndermelerden kaçınmak gitgide zorlaşıyor.

Paris taahhütlerine ulaşmak için yegâne umudumuzun ulusal hükümetlerden geçtiğini iddia etmek, ülkesel egemen ulus-devletlerin geleceğin istikrarlı insan toplulukları için tek umut olduğunu iddia etmeye tekabül eder. Siyasî veya ideolojik bir iddiadır bu, çevresel ya da bilimsel değil. Medeniyeti kurtarmak açısından en iyi ihtimalin devlet (ve devletlerarası iş birliği) olduğu iddiası, devletin çevre idaresine yönelik ispatlanmış kabiliyetlerine, çevreye verilen zararın hafifletilmesi konusundaki siciline ya da “sürdürülebilir” devletlerin tarihsel başarılarına dayanmaz. Bu cephelerdeki kayıtlar aslında iyi değildir. Aksine, devlete yapılan vurgu onun kolektif yaşamlarımızı düzenlemekteki eşsiz kapasitesinden kaynaklanır. Buradaki üstü kapalı öncül şudur: İçine fırlatıldığımız şiddetten sakınmamızı sağlayacak bir şey varsa şayet, o şey devlettir; daha doğrusu, yeryüzünde yaşamı kurtarmak üzere iş birliği yapan kapitalist devletlerin birleşmesidir. Sorgulamaya değer bir öncüldür bu.

Bugün politikaları belirleyen çevrelerde, iklim değişikliğiyle yüzleşme çabalarında kapitalist devletin önceliği sorgu sual edilmeyen bir noktadır. Dünya Bankası, AB, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli gibi çeşitli kurumların gözünde, piyasaların ve devletin hepimizi selamete erdireceği düşüncesi, üzerinde kafa yorulmayan ortak bir anlayıştır. Liberalizmin varoluşsal sorunlara yaklaşımına ironik bir muhafazakârlık damga vurur: Ortada hangi sorun olursa olsun, çözüm daima piyasaların ve devletin bir karışımıdır. Her türlü siyasî reçetede yalnızca bu ikisinin bulunması şart koşulur. Climate Leviathan’da “Yeşil Keynesçilik” dediğimiz şey işte bu tepkiyi çarpıcı biçimde özetler.

Devlette gelecekle yüzleşmenin yegâne makul yolunu görenler merkezci liberaller değildir sadece. Sosyal demokratlar ve sosyalistler dâhil olmak üzere pek çok ilerlemeci, bu temel öncülü paylaşıyor. Gerçi liberal politika yapıcıların aksine, bu öncülü açıkça savunmaya çalışıyorlar genellikle. Christian Parenti’nin ilgi çekici kitabı Tropic of Chaos bu açıdan bir örnek niteliğindedir. (Çoğunluk için) sıcak ve dehşetengiz bir kıtlık çölüyle çevrili, (zenginlere yönelik) askerileşmiş bir yeşil vahalar dünyasına savruluşumuzu belgelerle ortaya koyar. Parenti iklim değişikliğiyle mücadelede devletin rolünün esas olduğunu öne sürer. Keza, Alyssa Battistoni’nin The Nation dergisinde Climate Leviathan’ı konu alan güçlü ve incelikli değerlendirme yazısında, devlet elimizdeki en iyi araçlardan biri olarak görülür ve dolayısıyla, ona göre, bu aracı kullanmamızda fayda vardır.

Bu argümanların kıymetini kabul ediyoruz etmesine, ama iklim adaleti hareketlerinin, en azından bazı sorunlar üzerinde düşünüp taşınacak kadar, bu argümanlara mesafeli olmaları tavsiyesinde bulunuyoruz. Bu sorunlar şu gerçekle başlıyor; devletin (hem liberal kapitalist demokrasilerde hem de başka yerlerde) iklim adaleti açısından elzem olduğu iddiası şu varsayıma dayanmaktadır: Devlete, şu âna dek yapmayı düpedüz başaramadığı şey yaptırılabilir, yani iklim değişikliğiyle yüzleşmek üzere hayatlarımızı anlamlı bir biçimde düzenlemesi sağlanabilir.

İklim adaleti şöyle dursun, iklim değişikliğini ele almak açısından –hem hafifletme hem de uyum sağlama konusunda– gerekli şeyleri ucundan halletmeye bile gönülsüz olduğunu, bunları yapmaktan âciz olduğunu, dünyada neredeyse istisnasız biçimde ortaya koymuştur devlet. Dolayısıyla, Battistoni’nin belirttiği üzere, devleti savunan sol argüman ilerlemeci güçlerin devletin iplerini ele geçirebileceği, üstelik bunu çok geçmeden yapabileceği ihtimalini varsayar. Fakat devletleri yapılması gereken önemli işleri yapmaya yönlendirmek uzun zaman alacaksa, devleti öne çıkaran argüman ikna ediciliğini bir nebze yitirir. Zamanlama önemlidir: Parenti ya da Battistoni’nin görmek istediği çizgideki bir devlet oluşturulabiliyorsa ne âlâ, ama mevcut konjonktür hemen bir tepki gösterilmesini gerektiriyor.

Bu öncülü sorgulamak için bir başka gerekçe, onun altında yatan devlet anlayışı ve o devletin doğasıdır. Bu devlet Max Weber’in meşhur tanımı minvalinde ifade edilecektir: “Devlet, belli bir toprak parçasında, fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde (başarıyla) bulunduran insan topluluğudur, ki ‘toprak parçası’ devletin tanımlayıcı niteliklerinin bir diğeridir.”[1] Weber’in altını çizdiği gibi, “devlete özgü araç” olan şiddetin özü, muktedirler arasında taviz uğruna sarf edilmesidir.[2]

Modern kapitalist devletin kalbinde, en azından onun gözde liberal-parlamenter formunda, taviz sanatı yatar. Ne var ki, bize bugünlerde sıkça hatırlatıldığı üzere, parlamenter taviz ancak rakip güçlü aktörler kuşatıcı siyasal-ekonomik düzende yeterli hisseleri paylaştığı takdirde işler. Aynı zamanda, bugün verilen ödünlerin yarın anlamlı olacağı, yeterince istikrarlı bir varoluş koşulunu gerektirir. Fakat ulusal-ölçekli devletin birlikte bir taviz ayarlamak zorunda olduğu güçler –en azından kısa vadede– geçmişteki ve gelecekteki karbon emisyonlarının oluşturduğu ve oluşturacağı adaletsizlikleri tazmin etmek şöyle dursun, iklim için en yüzeysel türde eylemler dışında herhangi bir şey yapmayı büsbütün reddeden bir kapitalist bloku içerir.

İklim adaletini önemseyenler bir şekilde yolunu bulup devlet iktidarını ele geçirebildiğinde (bekleyen görevlerin “devletler-arası” doğasından bahsetmiyoruz bile) sermayenin her şeyi öylece bırakacağını zannedecek kadar naif olmamalıyız. Dahası, âdil bir biçimde iklim değişikliğini yavaşlatmak ve ona uyum sağlamak için gereken tedbirler konusunda herhangi bir tavize gitmenin imkânı pek azdır. Gerekli değişimleri tesis eden veya mümkün kılan devlet, kendi topraklarında meşru şiddet tekelini uygulamaya koymaya kaçınılmaz biçimde ihtiyaç duyacaktır. Ve bunu neredeyse hiç taviz vermeden yapmak zorunda olacaktır. Bazı güçlü gruplar veya bölgeler dışta kalmayı tercih ederse ne olur peki? Ve bu esnada, dünyamız herhangi bir pazarlığı kaldıramayacak kadar istikrarsızlaşırsa?

Bizi devlet kurtarmayacak

Son yirmi-otuz yıl zarfında, kapitalist toplumları dönüştürmeye yönelik en radikal girişimlerden bazıları Venezuela, Ekvador ve Bolivya’daki toplumsal hareketlerdi. Ekonomik hayatın odağını madencilikten ve fosil yakıtların ihracından uzaklaştırma sorununda üçü de battı. Orada bile, taviz kaçınılmazdı. Bu kısmen ebatın ve karmaşıklığın bir işlevidir. Bugün pek çok ulus-devlet o kadar karmaşık hâlde ki, onları tutarlılıklarına halel getirmeyecek şekilde idare edebilmenin tek yolu, Weber’in vurguladığı o yapılmış tercihleri dayatacak zorlayıcı güçle desteklenen, “al gülüm ver gülüm” tercihlerinde yatıyor.

Mevcut konjonktürde ortaya çıkan siyasî sonuç, felaketin bir tık uzağında. Dünyanın büyük kısmı gitgide sağa kayıyor ve otoritarizm giderek norm hâlini alıyor. Fakat ılımlı hükümetleri olan liberal toplumlar bile fosil yakıtı kapitalizmine ölümcül biçimde teslim oluyor. Kanada bunun çarpıcı bir örneği. Trump, Modi ya da Erdoğan’la kıyaslandığında, Kanada Başbakanı Trudeau’nun bir akıl ve hoşgörü timsali gibi göründüğü doğrudur elbette. Ama Kanada devletinin iklim değişikliğini ele alma stratejisinde liberal retorik, emisyon artışları ve vahşi mülksüzleştirmeyle harmanlanıyor. Birinci Dünya ülkeleri ve çevre hareketi teklif edilen bazı boru hatlarının önüne geçecek kadar kuvvet kazandığında, Trudeau hükümeti genişleyen fosil yakıtları akışını sağlama almak için şebekeyi kamulaştırmıştı. Tüm bunları Kanada’nın “iklim taahhütleri”ni yerine getireceği laflarını satarak yapmıştı. Solda duran bizler için, bu düpedüz ikiyüzlülük ve şiddettir. Petro-sermayenin gözündeyse, tavizdir.

Yeryüzünün canisi, gezegeni mahveden kötü adam rolünü oynamak üzere figüran ajansından çağrılan ABD hükümeti var bir de. Bugünlerde Trump eleştirilerin çoğundan nasibini alıyor, ama ABD’nin karbon emisyonları meselesini önüne koymamasının tarihi çok öncelere gidiyor ve bunun çift taraflı bir mesele olduğu gün gibi ortada. 1997’de ABD Senatosu’nda Kyoto Protokolü’ne karşı verilen Byrd-Hagel Önergesi 0’a karşı 95 oyla kabul edilmişti.

Yeşil bir kapitalist devlet oluşturulabilirse, temel aracı olarak devleti reddeden bir iklim siyaseti kadar iyi olmayacağını söylemeye çalışmıyoruz bunun. Böyle bir devlet imkânsız değilse de, neredeyse inanılmayacak kadar olanaksızdır. Aksini iddia etmek için ortada herhangi bir kanıt yok. Eldeki tüm deliller devletin bu keşmekeşin oluşmasında neredeyse daima kilit bir rol oynadığını göstermektedir (bu pisliğin devam etmesini sağlayan şiddetse cabası). Gelgelelim –Kanada örneğinde, devleti açıkça reddeden pek çok yerli grubu dâhil olmak üzere– devlet-dışı aktörlerin, içinde bulunduğumuz ânın gerektirdiği türden değişimin koşullarını yaratmasının çok daha muhtemel olduğuna işaret eden kayda değer kanıtlar var. Mesela, Britanya Kolombiyası’ndaki Trans Mountain Boru Hattı Genişleme Projesi’ne karşı verilen mühim mücadelede, yerliler, onlarla müttefik örgütler ve pek çok cephedeki muhalefet Kanada’nın iklim konusunda izlediği feci seyir üzerinde en büyük olumlu etkiyi yaratmıştır. Kısmen bundan dolayı, Britanya Kolombiyası’ndaki iklim adaleti hareketindeki genel mutabakat, yerlilerin hakları ne kadar çabuk verilir, tapuları ne kadar çabuk iade edilir ve Kanada devletinin veya diğer devletlerin onların toprakları üzerindeki etkisi ne kadar azaltılırsa, hepimizin durumunun o kadar iyi olacağı yönündedir.

Evet, devlet birçoklarınca içinde bulunduğumuz zamanda yapılması gerekenleri sağlamanın tek yolu olarak görülüyor ama tarih bunun aksini ortaya koyuyor. İklim adaleti hareketlerinin elindeki kaynakların sınırlı olduğunu ve heyecanla kavuşmayı umduğumuz geleceklere ulaşmak için sıkışık bir takvim içinde durduğumuzu göz önünde bulundurursak, devleti “döndürme”ye öncelik vermenin büyük ölçüde bir engel teşkil ettiğini anlarız. Dünyanın dört bir yanında, vahim gelişmeleri durdurmak ve tavizi reddeden yeni sosyo-çevresel düzenler inşa etmek için gitgide daha çok insan kendini tehlikeye atıyor. Eğer dünyamız gelecek kuşaklar için âdil ve yaşanabilir olacaksa, pek çok başka insanın da onların izinden gitmesi gerekiyor.

Kaynak: T24
Başlık Fotoğrafı: Jacqueline Godany/Unsplash

Bu makale ilkin 12 Ekim 2018’de Public Books’ta “The State Will Not Save Us” başlığıyla yayınlanmıştır. Yazarların ve Public Books’un özel izniyle Türkçeye çevrilmiştir. Kopyalanamaz, kullanılamaz.

İngilizceden çeviren: Erkal Ünal

[1] Max Weber, “The Profession and Vocation of Politics” (1919), Political Writings içinde, ed. Peter Lassman ve Ronald Speirs (Cambridge University Press, 1994), s. 310-11, vurgu asıl metinde. (“Meslek Olarak Siyaset”, Sosyoloji Yazıları içinde, çev. Taha Parla, İstanbul: Metis, 2019, s. 104 – çeviri biraz değiştirildi [ç.n.])

[2] A.g.y., s. 310.

Paylaş.

Yazar Hakkında

Bir Yorum Bırakın