İnsandan Öte Hayat Var Mı? Ekoloji, Sol Ve Hümanizma – Dilaver Demirağ

0

Sol ve Ekolojik hareket arasında bağlar kurarak ekoloji ile sosyalizm idelini evlendirme girişiminin adı ekolojik sosyalizm. Bu beraberliğin mutlu bir beraberlik olup olmadığı ise çok tartışılan bir nokta. Kolay olmadığı bir gerçek, çünkü her iki tarafta başka epistemlere, başka zamanlara ait iki olguyu (basitçe sol Aydınlanmanın bir tezahürü iken, ekolojizmin kökleri Romantizme dayanır, sol insan merkezci ve akılcıyken, ekolojizm biyomerkezci ve sezgiseldir) kaynaştırmanın taviz vermeden olanaklı olmadığını biliyor. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse burada duruşunu koruyan, evlilik yerine flörtü öneren Ekolojizm. Bu birlikteliği evlilik biçiminde devam ettirmekte hayli ısrarcı davranan ise eko sosyalizm. Açıkçası biraz alınmalara yol açsa da solun burada geçmişinden getirdiği kapsayıcılık nedeniyle ve herşeyi kendi bünyesinde toplama çabasının bir sonucu olarak ekolojiyi içe almakta ısrarcı olurken, bunu tutarlılık sağlayarak değil de, pragmatik davranarak çözme çabasında olduğunu söyleyebilirim.

Bu konuda tutarlılık sınavını başarı ile geçen solun anarşizm kanadı oldu. Anarşist komünizmle vedalaşan eko-anarşizm, aydınlanmaya “sırtımda yumurta küfesi taşımıyorum ya, sepeti koluna her kes kendi yoluna. Zaten sen annem olabilirsin, ama kusura bakma çok eski kafalısın, hâlâ geçmişin özlemi ile yaşıyorsun, değişmen de çok zor, iyisi mi sen anılarınla yaşamayı sürdür, ben de kendi yoluma gideyim” diyerek yoluna modernite olmaksızın devam etti. Aydınlanma kendisine yapılan bu aşağılayıcı davranışı unutmadı ve eski aşkı marksizme döndü, aslında vefasız anarşizme oranla Marksizm aydınlanmaya karşı çok daha sadıktı. Gerçi bazı çocukları tıpkı ekolojik anarşizm gibi annesini beğenmeyerek onunla yollarını ayırmıştı ama, bu hain evlatlar Anarşizmdeki kadar doğal karşılanmamıştı.

Burada biraz da mizahi bir tonda ve bir yeşilçam melodramını andırır biçimde anlatmaya çalıştığım gibi sol ile ekoloji arasındaki her tür evlilik girişimi mutsuz evlilikler oluşturmaktan öteye gitmiyor. Gerçek şu ki Marksizm içinde kalınarak ekolojist olunmuyor, elbette ekolojizmin solun eşitlikçi ufku ile buluşması, daha toplumsal nitelikler kazanması iyi sonuçlar verecek bir şey. Ekoloji hareketi içinde Charlene Spretnak, Firitjof Capra gibi derin ekolojistlerle, Jonathon Porrit gibi derin yeşiller, ekolojinin sol bir perspektif kazanmasına hiç sıcak bakmasa da sanırım, ekoloji hareketi içindeki bir çok kişi sol ile düşünsel alışveriş içinde olmayı, solun toplumsal tasavvurlarına olumlu bakmayı yadsımıyor. Hatta bir çok Avrupa Yeşil Partisinde olduğu Yeşiller akımı sol ile ekolojinin eko-soldan çok daha tutarlı (derin ekolojiden insan merkezciliğin reddini alan ancak toplumsal dönüşüm hedefindeyse sola bağlı kalan, örgütsel yapılanmasında ve siyasal ütopyasında ise Anarşizme bağlanan Yeşiller, ekolojizm ile solun düşünsel kaynaşımına eko-sosyalistlerden çok daha tutarlı ve güzel bir örneklik oluşturmaktalar) bir biçimde birlikte olduğu siyasal ortamlar.

Ancak ben modern sol ile ekoloji arasında epistemolojik bir kaynaşmayı mümkün görmeyenlerdenim. Bunu söylemekle solun ekolojik sorunları ciddiye almasına, bu konuda çözümler önermesine, eleştirel düşüncenin Ekolojizm içine sokulmasına itiraz etmiyorum, hatta tersine tıpkı Anarşizm gibi saf ekolojinin sol ile düşünsel alışveriş içinde olması, ekolojizmin bir toplumsal mücadele perspektifi de koymasına, hatta ekolojik sol içinde müstesna bir yere sahip olduğunu düşündüğüm Toplumsal Ekolojinin Bookckhin versiyonunda görüldüğü gibi bir komünalist anlayışın, güçlü bir eko-cemaatçilik ortaya konmasının çok da iyi olacağı kanaatindeyim. Lakin eko-solun Ekolojizmin özgünlüğünü kavrayışında derin bir eksiklik olduğu kansındayım, bu konuda tek istisnai örnek Rudolf Bahro oldu, ama onu da ne sol, ne de yeşiller ne yazık ki anlayamadılar. Solun en temel hatası ekolojik sorunların kökeninde yatan nedenleri, insanlar arasındaki toplumsal- sistemsel bozukluklara bağlaması. Bilebildiğimce hemen hemen tüm ekolojik sosyalizm tasavvurları, ekolojik kriz olarak adlandırdığım biyosferik tepkimelerin kapitalizmden kaynaklandığı düşüncesindeler. Onlara göre gezegenin selameti, canlı hayatın var kalabilmesi, hatta insanın devam edip edememesi adeta gezegenin kapitalizm denen asalak sistemden kurtulabilmesine bağlı. Lakin bu ekoloji sorununu fazlasıyla basite indirgemek bence, Ekolojizm kapitalizmi-aslında bir bütün olarak moderniteyi yahut endüstriyalizm denen olguyu-son derece önemsese de, ekolojik krizin köklerinin çok daha derinlerde yattığını, insanın uygarlık denen tecrübeyi inşaa etmesi süreci ile adım adım doğadan uzaklaştığını, modernite ile bu kopuşun adeta taç noktasına ulaştığını savunur ve gezegenin bu krizden kurtulabilmesinin uygarlık denen şeyde köklü bir revizyon, hatta -uygarlık karşıtı derin ekolojik anarşizm de  görüldüğü gibi-uygarlık denen şeyi tümden dönüşüme uğratacak bir zihinsel, kültürel, siyasal dönüşümün elzem olduğunu söyleyip durur. Dolayısıyla Ekolojizm açısından ekolojik kriz, basitçe insanlar arasındaki sorunların uzantısı değildir. Sorunun kökleri çok daha derinlerdedir. Hiç şüphesiz ekolojist hareketteki bu radikal ekoloji akımlar, tam da bu tasavvurları nedeniyle solun eleştirilerinin boy hedefi olmuştur. Pek çok eko-solcu bu tasavvurları bir tür gericilikle, hatta Bukçinist Toplumsal Ekolojistler, saf radikal ekolojizmleri eko-faşizmle bile suçlama noktasına gitmiştir. Hiç kuşku yok ki bunlar tartışılır noktalar, basitçe ekolojizm ya da sol haklıdır denemez. Dahası ekolojizmin sol eleştirilerinin tümü de olumsuz değildir. Ancak bu meselenin, ülkemizde Birikim Dergisi ve sınırlı sayıda sol entelektüeller dışında düzgün bir kavrayışla ele alınabildiği söylenemez.

Özellikle Stalinist sol, kendi dışında kalan her şey gibi ekolojizme de nefretlerini sunmaktan geri durmuyor. Onu uluslar arası kapitalizmin bir yeni sömürü biçimi olarak lanse etmekten geri durmuyor. Stalinist solun artık sağcı bir kavrayış olduğu açık. Hatta ulusalcı milliyetçiler ile stalinist sol aynı dili konuşuyor bile diyebilirim. Nitekim Armağan Öztürk”ün Birikimin 201 sayısında “Doğal Olanın Nesneleştirilmesine Karşı Çıkanlara Karşı” başlıklı yazısının versiyonlarına hem stalinist solda, hem de milliyetçi- ulusalcı çevrelerde-ufak tefek değişimler ile aynı suçlamaların yapılıyor olması nedeniyle-rastlanabiliyor. Bu “sol” kavrayışın argümansal olarak karşıtları ile yanı dili konuşuyor olması onun muhafazakarlaştığının ve doğal olarak sağ bir kavrayışa oturduğunun da göstergesi. Söz konusu yazı sol adına sağ bir üslupla kaleme alınmış, son derece sığ, hatta konusu karşısında cahilce diyeceğim bir kavrayışla yazılmış. Bu yazı özgürlükçü sol dışında kalanların ekolojizmi anlamaktan ve onun sol eleştirisini yapmaktan ne denli uzakta olduklarının da temel kanıtı.

Bu son derece sığ yazıya uzun uzadıya cevap vererek sınırlı sayfamı harcamak istemediğimden, yazıda göze çarpan bariz kavrayış hatalarına işaret ederek geçeceğim. Öncelikle Ekolojizmin çevrecilik olarak adlandırılan yüzeysel kanadı dışında-ki ekolojist hareket çevreciliği ekolojik olarak görmez, tersine onu modernitenin yeşillenme çabası olarak yorumlar-hiçbir yorumu araçsal akılcı değildir. Bu konuda Öztürk’ün ciddi bir ekolojizm okumasına ve araçsal akılcılığın ne olduğu hususunda daha derin bir kavrayışa ihtiyacı olduğu çok açık. Tersine ekolojizm aklın yeniden nesnel bir nitelik kazanma çabasıdır. İki Ekolojik hareketin piyasacı liberal kanadı dışında kalan radikal ekolojizmlerin hemen hepsi, üçüncü dünyanın gelişimini sınırlandırıp, çevresel teknoloji ithal etmesini önermez. Bilebildiğim kadarı ile Derin Ekoloji içindeki mizantropik kanat olarak adlandırılan Önce Yeryüzü çevresi bile bu tür sözler sarf etmemişlerdir. Onlar da dahil hemen hemen tüm ekolojizmlerin ana sorunu ekonomik gelişmedir, sol ekolojiler için de sıfır büyümenin sadece gelişmiş ülkeler ile sınırlı kalmasını, yoksul üçüncü dünyanın gelişimini sürdürmesinin -en azından bir süre daha- gereklilik olduğunu söyleyenler çoğunluktadır, derin ekolojistler ise insanın doğaya müdahalesi anlamına gelecek her şeye temelden karşı çıktıklarından, gelişme nasıl olmalıdır meselesini gündeme bile almazlar. Tüm bunlardan dolayı Armağan Öztürk’ün Ekolojizm ile Çevreciliği (tıpkı türkçeleştirmek adına Can Hamamcı ve Ruşen Keleş ikilisin yaptığı hata nedeniyle yerleşen çevreciliği ekolojizmin karşılığı olarak kullanması gibi) birbirine karıştırdığı söylenebilir. Bu konuda söyleyeceklerim bundan ibaret olacak.

Şimdi asıl meselemize dönüp, sosyalist düşünce ile Ekolojizmin bir ideolojik kaynaşma yaşamasının neden olanaklı olmadığını ayrıntıları ile ele alabiliriz.

İnsan ve Doğa, nereye kadar uyum?

Sosyalizm ve ekolojizm pragmatik düzeyde değil de, iki ayrı entite olarak ya da hegelyan bir diyalektik olarak tez ve anti-tez olarak bir sentez oluşturabilir mi? Ben Birikim 201 Sayıda Ekoloji ve Toplum Başlığı ile açılan tartışma denemesinin ana hattının bu olduğu kanısındayım. İşte benim temel itirazım hayır bu mümkün değildir dememin nedeni de bu sentez denemesine yol açan şeyin bir tarafın tavizi hilafına gerçekleşiyor olması. Bu yazının asıl konusu eko-sosyalizm tasavvurlarının bir eleştirisini sunmak olmasa da, eko-sosyalizmlerin ister Belamy Foster’de, Joel Kovel ya da Murray Bookchin’de olsun isterse başka biçimlerinde olsun ekolojizmin epistemik farklıklarını ihlal etme bahasına gerçekleşiyor oluşudur asıl sorun noktası. Bu sentez denemesine kolayca evet denemez, ancak solun ekolojizm eleştirilerini de hafife almak olası değildir.

İşin gerçeği solun Derin Ekolojinin gündeme soktuğu önemli tartışma başlıklarını yok sayması önemli bir eksiklik kanımca. Derin ekoloji-Önce Yeryüzü çevresindeki kimi unsurların mizantropik yani insan sevmez, hatta insan merkezcilik eleştirisini açıkça tür olarak İnsanın varlığından nefret noktasına vardıranlar bulunsa da, bunlara indirgenemeyecek kadar-ciddi noktalara temas etmektedir. Dolaysıyla İnsancıllık (Hümanizm) eleştirisinin ciddiye alınmaması, bunun önemsenmemesi solu ekolojizm açısından bir demir leblebi konumuna sokuyor. Sol, Hümanizmle olan bağını kesmedikçe, ve hatta moderniteyle olan bağlarını koparmadıkça ekolojist bir yönelim kazanamaz. Bu solun ekolojik sorunları önemsemediği, bu sorunlara dönük sol çözüm önerilerinin ve hatta kapitalizmle ekolojik kriz arasındaki doğrudan bağların yok sayılacağı anlamına gelmiyor. Tam da bu nedenle ekolojizm ve sol arasında evlilik değil flört öneriyorum. Ekolojizm ile sol arasında salt iki iyi arkadaş olmanın ötesinde, tutkulu bir aşk da öngörebiliriz, ama olası bir evliliğin bu aşkı öldüreceğine de kesin gözle bakmak gerekir. Doğrusu evlilik için uygun bir çift oluşturmuyor bu ikisi. Ancak aradaki aşkın da bütün bütüne sorunsuz olamayacağı açık, fırtınalı bol tartışmalı bir aşk olacaktır bu, bunun için çiftlerin öncelikle bazı temel soruları ciddiye almaları gerekir kanımca. İnsan-doğa ilişkisi ve hatta mizantropların öne sürdüğü insan doğası meselesi, yani insanla doğa arasında insanın doğasından gelen bir uyumsuzluk olduğu meselesi de bütün bütüne yabana atılır bir konu değil. Çünkü kendi adıma ekolojistlerin özellikle saf ekoloji olarak derin ekolojistlerin-ki ben derin ekolojik bir anarşizmi ekolojik düşüncede ve harekette olması gereken temel çizgi olarak görenlerdenim-insanın özgürlüğü ile gezegenin diğer sakinleri arasında bir çatışma olduğu, birinin mutluğunun diğerinin mutsuzluğu bahasına gerçekleştiği tezinin o kadar da hatalı olmadığı kanısındayım. 

Basit bir biçimde düşünecek olursak insanın ısınmak maksadı ile ağacı kesmesi, tarım alanı açmak için ormanları ateşe vermesi, daha çok nüfusu beslemek için yeni tarım alanları açması, daha çok avlanarak türlerin ortadan kalkmasına neden olması, tarım da giderek daha fazla artan nüfusu doyurmak için toprağa daha çok yüklenmesi, fokların yahut balinaların avlanması hatta daha ötesi ilkle acının bile avlanması hep “öteki” aleyhine işleyen bir şiddet ilişkisi. Tüm mesele insanın evrimsel olarak diğerlerinden farklı olması. Mesela hiç bir maymunun oturmak için sandalyeye gereksinimi yoktur, ceylanlar kendi nüfuslarını beslemek için tarım yapmazlar kısacası üretme eylemi insan-daha doğrusu uygar insan- dışında hiçbir canlı türüne mahsus değil. Kanımca sorun insan türünün doğuştan bazı eksikler ile dünyaya gelmesi, mesela bir kürkten yoksun olması onu kürk edinmek için bir başka canlının hayatına son vermeye yöneltiyor, yavrusunun uzun bir bakıma ihtiyaç duyması nedeniyle onun bakım etrafında bir toplumsal- ekonomik örgütlenme inşaa edilmesi zorunlu olarak ortaya çıkmış gözüküyor. Kısacası insanın biyolojik, türsel yapılanmasının farklı olması nedeniyle doğa ile arasında uyuma dayanan bir ilişkiyi ortadan kaldırması, onu diğer canlılar ile bir tür çıkar çatışmasına yöneltmiş gibi gözüküyor. Tüm bu örgütlenme süreci ise belli bir yerden sonra doğanın ortaya çıkan sorunları kendi içinde massetme kapasitesini aşıyor. Bir anlamda uygarlaşma ile ekolojik yıkımın başlaması arasında doğrudan bağlar olduğunu söyleyen uygarlık karşıtı anarşistler çok da yanlış değiller. Eko Sosyalist Mary Mellor bile insanı tarihini bir yayılma süreci olarak tanımlıyor.(1)

“Bir çok bakımdan, modern insan-Homo Sapiens-Dünyaya yabancıdır” diyen Zecharia Sitchin her ne kadar bunu başka bir bağlamda-insanın genetik müdahale ile Uzaylılarca üretildiği gibi-söylese de, bu tez ekolojik bağlamda bütünü ile yanlış olarak görülemez kanaatimce. Nitekim tarihte gördüğümüz en ideal toplumsal yapıda toplayıcılık olmuş ve insan toplayıcılık aşamasından uygarlık aşamasına doğru giden süreçte her adımda doğadan biraz daha kopmuş. İşte bütün bunlardan dolayı İnsan ve doğa arasında bir uyumdan değil, olsa olsa sürdürülebilir bir ilişkiden söz edilebilir. Bu da ancak insanın kendi özgürlüğünü kısıtlaması bahasına olabilir. Ne yazık ki insanın kendini gerçekleştirmesi, ancak diğerlerinin kendilerini gerçekleştirememesi bahasına oluyor.

Peki insanın ortadan kalkması gezegenin selameti açısından iyi olur diyen mizantrop derin ekolojistler haklı mı? Bu soruya saf ekolojik bir düzlemden yanıt verirseniz cevabınız evet olacaktır. Ancak bu soruyu soranın da, evet yanıtını verenin de insan olduğunu düşünürsek ve her canlı gibi biz insanların da varlığını sürdürmek isteminin de diğerleri gibi doğal bir davranış olduğunu düşünürsek, o zaman bu sorunun yanıtı hayır olur. Ancak bu sürdürme çabasının bir süre sonra diğerleri aleyhine işleyerek doğal olan bir davranışın doğal olmayan sonuçlar doğurduğu da bir gerçek. Bu eleştiriler insanın ayrıcalıklarına, kendini üstün bir varlık olarak görme anlayışını göstermesi bakımından önemsenmeli elbette.

Mesela İnsanın kendi türünden birini yemesi suç konusuyken ve bunu yapana cani, yamyam denilirken, her gün mezbahalarda yaşamını kaybeden bir çok evcil otoburun yaşamının son bulması bu insana değil de başka canlılara dönük olduğu için, yasal olarak suç değil ve azınlık bir grup dışında kimse de bunu yapanlara yamyam demiyor. Oysa ki konuya doğa açısından bakarsak, eğer amaç beslenmek ise insanın kendi türünü de yemesi doğaldır. Tüm bu söylediklerimin ilk etapta kanları dondurduğunu ve benim rahatlıkla eko-faşist sıfatı ile damgalanacağımı biliyorum. Ancak bana bunların söylenmesine yol açan şey, insanın kendi türünün sahip olduğu avantajları kıskançlıkla koruma mantığıdır aslında. Bunun dışında insanın kendi türünü yemesinin neden kan dondurucu bulunduğunu lükten bir düşünün derim. Elbette insanlar birbirini yesin demiyorum, tersine mümkünse yeme eylemimizi en minimum düzeye indirelim düşüncesini savunuyorum. Dünyaya kendi türümüzün ayrıcalıklarını onaylayan ve sindiren, dahası bu imtiyazların muhafazası için çalışan bir anlayışla baktığımız sürece, asıl eko-faşizmi uygarlığımızın yol açtığı soykırımlar ile hümaniter dünya yapmış olacak.Yani bu söylediklerimin ekolojik bakımdan pekala kabul edilir, ama hümanizan kültür bakımından tüyler ürpertici bulunduğunun akılda bulundurulması gerektiğini söylemeden edemeyeceğim.

İnsan karşıtı derin ekolojik anlayışta sorun şu, mizantroplar soyut bir insan karşıtlığı yaparak yanlış bir mantık kuruyorlar. Evet her insanın bu gezgende bir basınç doğurduğu ekolojik bir gerçektir. Ancak gelişmiş bir ülkenin insanı ile yoksul bir Afrikalının gezegene yaptığı basınç hiç de eşit değildir. Dolayısıyla AİDS, açlık, küresel ısınma vb olgular nedeni ile insan nüfusunun azalmasının iyi olduğunu söylemek ekolojik sorunlarda da başrol oynayan adalet meselesini ıskalamak olacaktır.. Çünkü soyut bir insan karşıtlığı ekolojik problemleri çözümsüz kılar. Bir dağ köyü ile bir mega şehrin ekolojik yükü aynı değil. Mega şehirler ekolojik açıdan bir felaketken, dağ köyü sınırları çok aşmadığı sürece doğanın kendi dengeleri ile uyumsuz olmayacak bir yaşam biçimidir ve burada yaşayan halk Bookchin ve John Clark gibi toplumsal ekolojistlerin o nefis ifadesi ile bir eko-topluluk olacaktır. Lakin tüm bunlara rağmen eşitsiz bir biçimde de olsa biz insanların doğayla pek uyumlu bir ilişki kuramadığımızda ıskalanmaması gereken bir başka gerçek. Bu yüzden insanla “öteki”ler arasındaki çelişki, salt sistemsel, toplumsal bir çelişki olmaktan öte, türsel bir çelişkidir de. Biz insanlar her yaptığımız şeyle doğayı değiştiriyoruz, hatta çoğu kez onu sömürüyoruz da, kimi zaman bu müdahaleler dağ köyü örneğinde olduğu gibi eko-sitemlerin içsel dengeleri içinde hallolabiliyor, kimi zamansa mega-şehir örneğinde olduğu gibi bu sistemin taşıma kapasitesini aşıyor ve o zaman da bu küresel ısınma gibi köklü gezegensel değişimlere yol açıyor. İlkel insanla uygar insan arasında doğaya zarar verme noktasında ki fark kanımca esas olarak teknik kapasite farkıydı. Nitekim ilkel avcıların yol açtığı soykırımları düşünecek olursak ilkel insanlarında uygar insanlar kadar teknik kapasiteye sahip olmaları durumunda da yaşam biçimleri daha iyi olur muydu sorusunun yanıtı gönül rahatlığı ile evet olamazdı.

Çelişki  mantığını sürdürecek olursak, örneğin son yıllarda ortaya çıkan pek çok yeni hastalık ve virüs çeşidine karşı çare bulmak için pek çok hayvan deney laboratuarlarında yaşamını acı çekerek kaybediyor. Diyelim ki bu deneyler hayvanlar değil de insanlar-ki amaca uygun düşen de bu aslında-üzerinde yapılıyor olsaydı tavrımız aynı olur muydu? Bu deneyleri diyelim ki şu an çaresiz ve ölüme mahkum hasta insanlar üzerinde yapıyor olsaydık ve bu deneylerde bir çok insan hayatını kaybetseydi, bu konu anında gündeme gelir ve bilim adamları alternatif çözümler üretmek için müthiş bir kamuoyu baskısı ile karşı karşıya kalırlardı. Oysa her yıl deneylerde çok sayıda hayvan ölüyor-ki bu deneyler insanlar üzerinde yapılıyor olsaydı ve ölen insan sayısı bırakalım yüz binleri, bin iki bin civarında olsaydı, bu deneyleri yapan bilim adamları bunu insanlığın selameti için yapmalarına rağmen, katil ve soykırımcı damgasını yemekten kurtulamayacaklardı, Mengele’nin deneyleri nedeni ile karşı karşıya kaldıklarını düşünecek olursak bu bir fantezi değil-ve bir avuç hayvan aktivisti, ekolojist dışında kimsenin de umurunda değil. Örnekleri çoğaltabiliriz, tüm bu olgular net bir biçimde insanın kendi türsel çıkarlarının her şeyden önce olduğunu ve bu çıkarların diğerlerinin çıkarları ile çeliştiğini gösteriyor bize.

Diyeceğim şu tüm bu örnekler ekolojik sorunların sadece kapitalizmin yarattığı sorunlar olmadığını gösteriyor. Bu noktada bir başka örnek her yıl Asya ülkelerinde bir çok kaplan ve fil öldürülüyor, nedeni ise insanlara ya doğrudan ya da dolaylı olarak zarar vermeleri. Bu sorununun ve benzeri sorunların ise doğrudan kapitalizmle bir bağı yok, bunun tek nedeni giderek artan mega şehirlerin doyurulması için, ya da nüfus artışı nedeni ile yeni tarım alanlarının açılması ve insanların vahşi yaşam alanlarını istila etmeleri.

İnsan varlık zincirinin en üstteki halkası mıdır? İnsan her şeyin ölçüsü müdür? İnsan biricik özne midir?  Eğer bu sorulara yanıtınız evetse insanın değerinin ölçütü ne? Akıl ve zihin evrim tarafından insana bahşedilmiş bir ayrıcalık mı ve bu üstünlük bizim diğerleri üzerindeki eylemlerimize meşruluk verir mi? İnsanın yaşamını sürdürmek için doğaya müdahale etmesi ve onu değiştirmesi, dönüştürmesi meşru mudur. Öyle ise bu müdahalenin sınırı ne? Bu sınırı kim neye göre koyacak? Sosyalistlerin bu sorunlara çok ciddi olarak eğildikleri söylenemez hatta eko-sosyalistlerin pek çoğunun “yegane özne insandır” diyen Bookchin’den çok farklı düşündüklerini söyleyemeyiz.

Bütün bu soruları insan merkezcilik olgusundan soyutlamak olası mıdır? Bir kez İnsanın her şeyin ölçütü, evrimdeki taç noktası, biricik özne olduğunu kabul ettiniz mi insanın eyleyişlerine de bir meşruiyet sağlamış olursunuz ister istemez.  Ekolojistler insanın her şeyin ölçüsü, varlıksal merkez, evrimsel düğüm noktası vb Hümanistik tanımların yaşadığımız ekolojik krizin ardındaki en önemli felsefi- ahlaki neden olduğunu söylemekteler.

Meseleyi böyle koyduktan sonra artık İnsan merkezcilik bağlamında sosyalist düşünceyi ele alabiliriz.

İnsan, İnsanın Özü ve Praksis

Ekoloji hareketinin özellikle Radikal kanatlarının Marksla arasının iyi olduğunu söylemek zordur. John Belamy Foster gibilerin “şeytan kutsal kitaptan yapacağı alıntılar ile kendini haklı çıkarabilir” şeklindeki Latin atasözünü haklı çıkarırcasına Marksın aslında ne kadar ekolojist olduğunu ispatlama çabalarını bir yana bırakarak işe başlayabiliriz işin doğrusu. Marksta doğayla insan arasında kopmaz bağlara dikkat çeken, çevre kirliliği olarak adlandırılan olguları kınayan, insanın bu tür eylemleri ile ilgili uyarılarda bulunan ifadeler kadar, bol bol doğa üzerinde egemenlik, insanın emek yolu ile dünyayı bütünü ile insanlaştırmasını öneren, hatta dünyayı koca bir fabrikaya dönüştürme arzusunu içeren ifadelere de rastlarız. Ancak Eko sosyalistlerin çoğu-belki Bookchin hariç, ki o da marksizmle anarşizmin sentezini yapan bir Anarko-komünalist düşünür olduğu için bu konuda daha nettir-Marksla aralarındaki miras bağını korumaya özen gösterir ve marksın ilerlemeci ifadelerine ciddi eleştiriler getirmezler, daha çok bunların bağlamını değiştiren yorumlarla sorunu aşmaya gayret ederler. Sol ekolojistlerin bir kısmının (özellikle Thomas Eberman ve Rainer Trampet gibi yeşil sosyalistler) marksın kendi döneminin ilerleme ruhundan etkilendiğini, dolayısıyla günümüz ekolojik meselelerinde onun başlı başına bir veri olarak kabul edilemeyeceği yönünde fikirleri olsa da, ekolojik sol Marksist bağlamın dışında yer almaz. Hatta onun bir Victoria’n epistem olduğu biçimindeki eleştirileri, marksın aslında burjuvazinin olay ufkundan çıkamadığı yönündeki radikal ekolojist-özellikle Boockhinci- eleştirileri kabul ettikleri de söylenemez.

 “Gerçek sınıf mücadelesinin olanaklarını görmeyi, kapitalizme yöneltilen fiili karşı çıkışı anlamayı ömrü boyunca reddeden Marx, etkin ve somut biçimde, kuşakların feda edilmesini gerektiren kapitalist gelişmenin bütünlüğü ve ilerlemesi için çalışmıştır.”(2)

diyen Zerzanı kabul edecek eko-sosyalist pek yoktur. Oysaki bu eleştiri komünist manifestodan, hatta Grundrise’den, daha ötesi olgunluk eseri kapitalden yola çıkılarak rahatlıkla yapılabilir. Gerçekten de marksın gözünde kapitalizm ve burjuvazi ilerici bir rol oynuyordu. Çünkü Marks için devrim bir üretim tarzından bir başka üretim tarzına geçişti. Ve kapitalizm yaptıkları ile sosyalizmin yolunu açıyordu. Çünkü kapitalizm yarattığı üretimsel devrimle komünist toplumda her kesin yaşamını sürdürmek için çalışma sorununu aşacak bir zemin hazırlıyordu. Bundan dolayı kimi eko-sosyalistler post-endüstriyel toplumun ekolojik bakımdan sorun oluşturmayacak bir üretim mantığını geliştirdiğini, kapitalizmin yarattığı teknik olanaklarla bizlerin doğaya aşırı yük bindirmemizi önleyecek bir zemin yarattığını savunurlar. Bunlara değinme nedenim marksın ne kadar olumsuz bir düşünür olduğunu göstermek için değil-çünkü benzeri fikirlere Marks kadar determinist bir bakış olmasa da Proudhonda, Bakunin’de de rastlamak olasıdır, klasik anarşistler de dönemin ilerleme mantığının çekiminden uzak kalamamıştır-ekolojik solun ekonomi, toplumsallık vb konularda marksın mirasını sahiplenmesi halinde ekolojist bir perspektif edinmesinin bir hayli güç olduğunu göstermek içindir. O yüzden bundan sonra seçeceğim başka örnekler de Marksla ekolojik düşünce arasında Belamy Foster gibi uyuşma değil, uyuşmazlıkları sergilemek için olacaktır. Dolayısıyla tekrarlama bahasına Marks’tan yola çıkarak ekolojist olunmayacağı gibi, Marksist bağlamda kalınarak sol bir ekolojizm de olamayacağını savunacağım. Tüm bunlar Marksın önümüze koyduğu sorunları küçümsemeyi gerektirmez elbette, bugün bile marksın kapitalizm eleştirileri, sol ütopyası önemsenecek konumda. Ama ekolojizm bütünü ile başka bir bağlam ve o bağlama girmek için Marksın da, dolayısıyla onun zeminini oluşturan aydınlanmanın da, hümanizmin de kapının eşiğinde bırakılması gerekir.

Ekolojizm ile Marksizm arasında oluşan uyumsuzluk en çok kendini emek ontolojisi dediğimiz Marksist tasavvurda ortaya koyar. Bu anlamda emek ve emekçilik temelinde varolan sosyalist hareketler ile ekolojistler derin bir anlaşmazlık içindedirler. Çünkü ekolojizm insanın doğaya müdahalesini sınırlandırma çabasındayken Marksist sosyalizm, Anarko-komünizm gibi emek yönelimli siyasi akımlar emeği insanın gerçekleşmesinin, onun özünün açığa çıkmasının bir tezahürü olarak görmüşlerdir. Bu da onları insan ihtiyacı, bu ihtiyaçların önceliği ve bu eksende ekonomik örgütlenmeyi ekolojik sorunların önüne koymasına neden olmuştur. Marksa göre çalışmak, üretmek, kısacası insan emeği, insanın kendini gerçekleştirmesinin yani insan olmasının bir tezahürüdür. İnsan doğayı dönüştürdüğü müddetçe insan olmak vasfı kazanacaktır.

“Evrensel denen tarih, insanın insani emek sayesinde üremesinden, doğanın insan için oluşumundan başka birşey olmadığını göstermektedir. (..) İnsan, özellikle nesneler dünyasını şekillendirerek kendini türsel bir varlık olarak ileri sürmeye başlar. Bu üretim onun yaratıcı türsel yaşamıdır. Bu üretim sayesinde insanın eseri ve gerçekliği olarak belirir. Demek ki çalışmanın nesnesi, insanın türsel yaşamının  gerçekleşmesidir. İnsan kendini yalnızca bilinci içinde entelektüel olarak yeniden üretmekle kalmaz, ama faal olarak, gerçek olarak kendini kendi yaratısının dünyasında da seyreder.”(3)

Marks için nihai hedef emek aracılığı ile tamamen insanlaştırılmış insan yapımı bir dünya yaratmaktır. Bacon ile başlayan Descartes’le doruk noktasına varan insanın doğayı dönüştürmesi faaliyetinin onun öznelliğinin de bütünü olması, bir anlamda insanın ÖZNE olmasının en yetkin biçimidir.

Marksın Prometeci, Faustyen ufku Marcuse, Adorno gibi neo-marksistlerin bile eleştirisine yol açmıştır. Adorno Marksın dünyayı dev bir atölye yapmak istediğini söylerken, endüstriyalizm eleştirisi noktasında ekolojistlerin kendisine bir çok şey borçlu olduğu Marcuse Promete eleştirisi ile örtük bir Marks eleştirisi de yapmış olur.

“Prometheus bastırma yoluyla emek, üretkenlik ve ilerleme kültürünün kahramanıdır… tanrılara karşı dolandırıcı ve (acı çeken) asidir. Sürekli acı pahasına kültürü yaratır. Üretkenliği, durmaksızın hayata hükmetme çabasını simgeler…. Prometheus başarı ilkesinin arketipik kahramanıdır.”(4)

Hiç şüphesiz marksın tüm bu üretimci kutsayışlarının, prometyan ve faustçu imgelerinin ardında onun hümaniteryan idealleri vardır. O üretimci gelişme de, burjuvazinin devrimciliğin de insanların “fiziksel ve tinsel enerjilerinin özgürce gelişimi, tamamen gelişmiş bireyin ortaya çıkması” gibi insanı bağlayan sınırlardan kurtulması idealini bulur. Marks için insanın özgürlüğü her şeyden öncedir. İnsanı kahreden zorunluluklar-ki bunların çoğu üretim biçimindeki gerilikten doğan zahmetli işlerdir ve bunlar insanın doğa karşısındaki esaretinin simgeleridir. Burjuvazi üretim güçlerinde yol açtığı devrimci gelişme ile maddi bolluğu yaratarak insanının özgürleşmesinin önünü açmaktadır. İnsan ilk kez zorunlulukların köleliğinden kurtulma şansına sahip olmuştur.

Nitekim Marshal Berman bir anlamda ilk eko-sosyalist olarak tanımlayacağımız Marcuse’nin insan doğa uyumu meselesine dair tezlerinin marksist bir perspektiften eleştirisini yapar.

“Son olarak Franfurt okulunun her zaman yaptığı gibi Marcuse’nin de insan ile doğa arasındaki uyumu vurgulaması değerli. Ama bu denge ve uyumun somut içeriği ne olursa olsun-bu da kendi başına yeterince zorlu bir sorun-onun yaratılması için muazzam bir Prometheusvâri etkinlik ve çabanın gerekeceğini de anlamalıyız. Dahası yaratıldıktan sonra da sürdürülmesi gerekecektir bunun. Üstelik modern ekonominin dinamizmi düşünülürse, insanlığın bu sallantılı dengeyi sürdürmek ve bulanık havada eriyip gitmekten korunmak için durmaksızın çalışması-Sisufus gibi, ama hep yeni yöntemler ve araçlar geliştirerek çabalaması-gerekecek” (5)

Hiç kuşku yok ki Andre Gorz gibi çağdaş sosyalistlerin birçoğu emeği ve çalışmayı bu denli yüceltmese de Marks’ taki özne teorisini yapı sökümüne tabi kılmazlar. Günümüz ekososyalistleri emek ontolojisindeki sorunların bilincindedirler. Ama onun dayandığı özne fikri ile hesaplaşmak yerine onun bağlamını dönüştürmeye çalışırlar. Nitekim Joel Kovel emeğe ekolojik duyarlılığın, onun özgürleşimiyle kazandırılacağını belirtir. Bunu da emeğe dişil bir öge olarak atfettiği duyarlılık kavramını monte ederek yapar. Bu, emek olarak insani faaliyetin doğayla temasa geçtiği noktada doğayı araçlaştırmak yerine, benliği doğaya doğru açarak, onu doğal dünyayı içine alacak biçimde genişleterek yapılır.

“Dolayısıyla emekteki duyarlılık anını yeniden yakalamak, varlığın aktif biçimde açılmasını gerektirir. Dünyayı emip öznel olarak kayda geçirmekten ibaret değildir bu. Varlığı dünyaya, dünyanın dönüşümüne bir girizgah şeklinde açar ; sonra şiir yazmaya, şarkı bestelemeye güneş fırınları inşa etmeye başlar.” (6)

Kovel’in “emeği özgürleştirme” düşüncesinden kastı, emeğin kapitalist tahakküm altında kendi yaratıcı özüne yabancılaşarak kapitalist birikim rejiminin aracı olmasıdır. Yaratıcı bir edim olarak emek yahut insan, kendi özüne yabancılaşarak değişim değerinin emri altında nesneleştiği, şeyleştiği için dünya da emek aracılığıyla şeyleşmekte nesneleşmektedir. Oysa emek bu yabancılaştırıcı boyunduruktan kurtulur da insanca bir edim olarak yaratıcı bir faaliyete dönüşürse, o zaman emekte dünyayı nesneleştiren bir etkinlik olmaktan çıkacaktır.

Ancak bu perspektif  kanımca sorunun asıl noktasını ıskalamakta. Yaratıcı bir etkinliğe dönüşse de emeğin dünyayı dönüştüren bir etkinlik olma durumunun onun özgürleşmesi durumunda da sürecek olması devam edecektir. Emeğin yaratıcı özünün selamlanması Marksizmin insan merkezci bakışının net bir örneğidir. Nitekim emeğin yaratıcılığının kutsanması olgusuna Homo Faber (araç yapan insan) diyen Hannah Arendt araççı insanın dünyayı dönüştürme faaliyetinin kendisinin bir şiddet içerdiğini söyler.

“Homo Faber’in işi, imalat, şeyleşmeyi içerir. Bütün şeylerde hatta yapıları en kırılgan olanlarda bile mevcut olan katılık işin üzerinde yürütüldüğü malzemeden ileri gelir. Ama bu malzeme doğanın hanesini değiştirmeden toplayabileceğimiz veya yanından geçip gideceğimiz, toprağın yada ağaçların ürünlerinden farklı olarak, basitçe verili ve var değildir. Bu malzemenin kendisi dahi ister odun yapmak üzere ağacın kesilmesinde olduğu gibi bir yaşam sürecinin katli şeklinde, ister yeryüzünün derinliklerinde çıkartılan demir, taş yada mermerde olduğu gibi doğanın daha yavaş işleyen süreçlerinden birine müdahale ederek kesintiye uğratmak biçiminde olsun, insan elinin bir ürünüdür. Bu ihlal ve şiddet bütün imalatlar için söz konusudur ve insan eseri dünyanın yaratıcısı Homo Faber her zaman doğanın tahripçisi olmuştur…. Sadece Homo Faber bütün yeryüzünün efendisi ve Tanrısı olarak davranır. Üretkenliği Yaratıcı-Tanrı imgesinden görülür ; Ne var ki burada Tanrı ex nihilo (hiç yoktan) yaratırken insan belli bir cevherden yaratır. Dolayısıyla insanın üretkenliği ancak Tanrının yarattığı doğanın bir kısmını tahrip ettikten sonradır ki insan yapımı bir dünya kurabildiği için tanım gereği Promethean bir devrime yol açmak zorundaydı.” (7)

Ekolojik açıdan emek-değer teorisini bütünüyle sorunlu kılan onun özgürlüğü ya da köleliği değil üretkenliğidir. İnsanın kendi hayatiyetinin devamı için bir balık avlaması da şiddettir, ancak bu şiddet yıkıcı değildir. Ancak bir endüstri haline gelip mega şehirler için tonlarca balık yakalandığında bu bir soykırıma dönüşür. Biri geçimlik bir edim olarak bir iş yapmaktadır, diğeri ise bir süreci örgütlemektedir. Bu bakımdan biz ekolojistler doğa üzerindeki tahakküm olgusunu sadece kapitalizmin sırtına yıkıp, suçu değişim değerine atıp kullanım değerinin yerine geçmesiyle sorunun çözüleceğini söylemeyiz. Bu bakımdan biz başlı başına bir olgu olan endüstriyalizm kavramını kapitalizmden daha önemli buluruz. Çünkü aslolan bir üretim biçimi olarak kapitalizm değil, üretim sürecinin bizatihi kendisidir. Endüstriyalizm kavramıyla doğanın dönüştürülmesi olgusunun bir toplumsal örgütlenmeye dönüşümünü kastetmekteyim. Dolayısıyla biz ekolojistlerin üretim kavramıyla sorunları olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Ve bu nedenle biz bizatihi emek olgusunun bütünüyle ortadan kalkacağı, işin örgütlenmeyeceği bir şeylerin üretilmeyeceği bir eko toplum tahayyül ederiz. Diyebilirim ki ekolojistlerin salt Teknolojinin kullanım biçimiyle değil, bizatihi kendisiyle sorunları vardır. Çünkü ekolojik etik açısından doğanın dönüştürülmesi kavramı insanı merkeze alan, hiyerarşik, türcü, insan merkezci bir zihniyetin tezahürüdür.

Son tahlilde modern sosyalizm ise insanı merkeze alan, onun ihtiyaçlarını birincil öncelik olarak gören, insanın emeğin toplumsal örgütlenmesiyle doğayı dönüştürmesi sonucu göreli bir refah elde etmesini amaç edinen ve tüm bunları akıl dışı olan kapitalizmden daha iyi yapma iddiasında bulunan bir siyasal tahayyüldür. Bu maksat altında da insanı (emeği) özgürleştirmeyi asli amaç edinen, üretim sürecinden doğan sınıfsal konumlanışları kuramsal sisteminin merkezine yerleştiren bir siyasal öğretidir. Bu bakımdan modern sosyalist öğretide insan merkezcilik arızi, sisteme dışardan taşınan bir şey değil bizatihi öğretiye mündemiç olan bir olgudur. Dolayısıyla tekrar etme pahasına diyebiliriz ki bu haliyle sosyalist öğreti ekolojik kaygılar güdebilir, doğanın daha az tahrip olduğu bir toplumsal dönüşümü de hedefleyebilir. –Ekososyalizm denilen akım da aslında sosyalist öğretiye ekolojik kaygılar monte eden bir anlayıştır özünde – ancak tüm bunlar sosyalizmi ekolojist kılmaz, olsa olsa sol bir çevrecilik olur bu.

İnsan merkezcilik sol tasavvurun ruhuna öylesine işlemiştir ki eko sol anlayışlar içinde müstesna bir yere sahip olan Bookchin bile, Toplumsal Ekolojinin insan merkezci olmadığını, insanın daha gelişmiş, kompleks bir canlı türü olmasını ona diğer varlıklar üzerinde hakimiyet kurma hakkı vermediğini söyledikten sonra, döner ve insanın ekosisteme olumlu müdahalesini savunur, bu müdahalenin evrimin yol açabileceği olası hataların önüne geçeceğini ifade eder. 

“Ama ilk doğa insani yaşam için olduğu kadar insani olmayan bir yaşam için de biyotik bakımdan daha verimli kılınabilir ve ekolojik yönelimli bir insan akılcılığının ve tekniğinin müdahalesi birçok evrimci ilerlemeyi-evrim yalnızca ‘Doğa Anaya’ bırakıldığında ortaya çıkabilecek zararlı kazaların ve tesadüfi olayların hasar verici etkilerini azaltacak ilerlemeleri-besleyebilir. Yine, ne tür bir toplum yarattığımıza bağlı olarak kör zorunluluğun açık görüşlü akılcılıkla yumuşatılabildiği ve gereksiz acıların insan ilgisi ve özeniyle azaltılabildiği yeni bir olasılık alanı ortaya çıkabilir” (8)

Bu perspektifin ne denli kibirli olduğu, dahası İnsana Tanrı rolü oynatarak doğal evrime müdahale etmeyi meşru gördüğü, evrimsel seçilimi kendimizce tayin edilmiş doğru ya da yanlışlara göre yönlendirmeye kalkıştığı açık. 

Oysaki sorun çok açık, bugün temel sorunumuz salt insanların refahı değil, bir bütün olarak gezegenin refahıdır. Bu refahın insanı da kapsaması ise, hem perspektifimizin bütüncül olması, hem de insanın refahının ancak doğanın refahı ile birlikte olabileceği, insanın bugüne kıyasla bir hayli yoksul bir yaşam biçimini tercih emesi ile mümkündür.  Ancak Joel Kovel gibi eko-sosyalistler de bile hâlâ insani refah konusuna önem verme perspektifinin varlığını sürdürdüğü çok açık. Dolayısıyla bugünkü zihniyet yapımızı değiştirmediğimiz ve insan merkezci kavrayıştan vazgeçmediğimiz sürece, kapitalizmi aşsak bile gezegenin karşı karşıya kaldığı sorunları aşamayız. Kapitalizm yeterlilik kavramını tahrip ettiği için ekolojik yıkımı yarattı, ama modern sosyalizm de hâlâ insanı merkeze aldığı, onun çıkarlarını gezegenin refahından daha öncelikli gördüğü için en az kapitalizm kadar yıkıcı olma potansiyelini muhafaza ediyor.

“Devrimcilerin ve reformistlerin amacı hemen hemen her zaman ekonominin yeniden düzenlenmesidir. Zenginlik yeniden dağıtılmalıdır. Kapitalist, komünist, sosyalist, Sendikalist, her ne ise, hepsi ekonomiyle alakalıdır. Neden? Çünkü üretim doğallaştırılmaktadır, bilim her zaman ekonomiyi anlayabilir, ve çalışma sadece gerekli bir kötülüktür” (9)

Oysa bu hâlâ hümanizmin perspektifinden bakmamızdan doğuyor. İnsanın özgürleşmesi için ekonominin zorunluluklarından dayatmalarından kurtulması gerekir, yoksulluk sorunuyla baş etmemiz gereklidir, gezegenin refahı ekonominin dönüşümünden geçer türü önermeler Eko-sosyalizmin ufku içinde önemli bir yer tutar.. Oysa yineleyerek de olsa belirttiğim gibi insanın özgürlüğü ve refahı ile gezgeninki arasında bir ters orantı mevcut, insanın kendini özgerçekleştirimi diğerlerinin aleyhine işliyor. Çünkü insanın doğal rakibi yok, insanı biyosferin sınırları ile kayıt altına alacak bir dışsal baskı mevcut değil. Yani insanın doğal kontrolü olanaklı değil, insanı kontrolü ancak yine insanla mümkün olabiliyor. Hal böyle olunca da biyosferin dengeleri insanın insafına kalıyor. Bu durumda insanlar zorunlu olarak yeterliliğe dayalı, ademi merkezileşmiş, fazla giriftleşmemiş bir siyasal düzeyde, ekonomik olarak bugünle kıyaslandığında yoksul bir hayat sürdürür ise gezgenin çıkarına bir şeyler yapmış oluyorlar.

“Kapitalizm tahakkümün bir şeklidir, onun kaynağı değil. Üretim ve endüstriyalizm uygarlığın parçalarıdır, daha yaşlı bir miras ve kapitalizmden daha köklü.” (10)

 Sorunlarımızın çözümü emeğin değil, gezegenin insanı da içine alacak biçimde özgürleşmesine bağlıdır. Bir bütün olarak tahakküm asli sorunumuzdur ve bugün insan merkezcilik en önemli tahakküm biçimlerinden biridir ve bizim bu tahakküm tasavvurundan kurtulmamız ve gezgenin diğer bireyleri ile eşitlikçi bir anlayış inşa etmemiz gereklidir.

“Eğer kabileciliği ve insanmerkezciliği ortadan kaldırır ve eğer ekolojinin kanunları içersinde yaşar ve Kontinuumun rehberliğini benimsersek, yoldaş dünyalılar olarak adlandırabileceğimiz, ve adlandırmamız gereken diğer milyonlarca tür ile gezegen üzerinde uyum içersinde yaşarken bulacağız.” (11)

Sosyalizm nasıl insanı merkeze alan bir siyasa öğreti ise, saf hali ile ekolojizm de-ki ben ekolojizm ile daha çok eko-feminizm, derin ekolojik anarşizm ve derin ekoloji ile uyumlu toplumsal ekolojiyi, derin ekolojik sol ve salt derin ekoloji, manevi ekoloji gibi insan merkezci olmayan, ekosantrik radikal ekolojik tasavvurları kastediyorum-doğayı eksene alan doğanın özgürleşimini öğretisinin kalkış noktası yapan ve doğayı dönüştürmeyi değil, insanın doğal sınırlar ile uyumlu doğanın döngü ve ritimlerine göre yaşadığı bir ekolojik toplumsal hayat tasavvurunu amaçlayan bir siyasi toplumsal öğretidir.

“Derin ekoloji. Doğa’nın birbiriyle ilintili süreçlerden oluşan hassas dokusunu incelemeyi ve bu incelemenin bizim Doğayla ve kendi aramızdaki etkileşimlerimize uygulanmasını kapsar. Derin ekolojinin ilkeleri, yeryüzündeki insan yaşamının ve insansız yaşamın serpilip gelişmesinin ve esenliğinin kendi içinde bir değerinin olması, yaşam biçimlerinin zenginlik ve çeşitliliğinin bu değerlerin gelişmesine katkıda bulunması ve kendi başlarına birer değer olmaları, insanların yaşamsal gereksinimleri dışında bu zenginlik ve çeşitliliği azaltmaya haklarının bulunmamasıdır.” (12)

Görüldüğü gibi ekolojizm ile modern sosyalizm ayrı ayrı akan birer ırmaklar, amaçları düzeyinde bu ikisi arasında mahiyet farkı vardır ve hali hazırdaki ana akım modern sosyalizm hümanizmle aydınlanma ile yani bir bütün olarak modernlikle vedalaşmadıkça ekolojist bir sentez oluşamaz. Bu halleri ile ekolojizm ve sosyalizm (sosyalizm tez, ekolojizm anti-tez) birbirleri ile diyaloglar kurabilen, sosyalistler ekolojik kaygılar güderse müttefik, eğer sosyalist tassavurlar Leninist bir eksende olursa da hasım olacak iki siyasal öğretidir. Dolayısıyla ekolojistler ve sosyalistler ittifak yapabilirler, birlikte eyleyişlerde bulunabilirler, birbirlerinden beslenebilir, birbirlerinden kimi öğeleri alabilirler (eko-sosyalizm gibi) ama sosyalizm modernist oldukça ekolojist olamaz.

Son olarak bu yazıda Sosyalizm eleştirisi yaparken Marksın ve Engelsin-Fosterin üzerine balıklama atladığı- bizi uyaran, gezgen üzerindeki baskımızın boyutları konusunda bizlere dikkat diyen uyarıları olduğunu bilmiyor değilim. Ancak ne kadar doğanın fethedilemeyeceğini, böylesi bir girişimin ekolojik bedelleri olduğunu söyleyen Engels’e, insanın doğadan ayrı düşünülemeyeceğini söyleyen Marks’a, hak versem de marksist düşüncenin onu yaratan aydınlanmacı, ilerlemeci bağlamdan bağımsız düşünülemeyeceğini ve aşmak zorunda olduğumuz bağlamın bu bağlam olduğunu da aklımda bulundurmadan da edemiyorum. Bugün özellikle marksist sosyalizmin sorunu marksın aslında ne kadar ekolojist bir tasavvura sahip olduğunu kanıtlamaya uğraşmak, ya da doktrinsel yapının içine ekolojik yamalar yapmak değil, içinde barındırdığı güçlü eşitlikçi damarı tüm gezegene yayabilmek ve bunun için de kendisine yük olan türcü ve insan merkezci hümanizm ve onun özne teorisinden kurtulmaktır. Bu olduktan sonra ekolojizm ile sosyalist tasavvur arasında güçlü bağlar oluşabilir ve o zaman eko-sosyalizm de ekolojist akımlar içine sokulacaktır. Aksi durumda ise ekolojizm yoluna sosyalizmsiz devam edecek ve gerek duyduğu eşitlikçi, komünal tasavvurları Bukçinist eko-anarşizmden ya da Bukçinist olmayan John Clark, Joof gibi eko anarşistlerden devşirmiş olacaktır ve böylesi bir ekolojizmin de sosyalizme ihtiyacı olmayacağı çok açıktır.

Ve bir noktaya daha temas etmek durumundayım, yaptığım anti-ekonomi ve üretim eleştirilerinden insanlar arası eşitsizlik meselesini, bunun doğurduğu sorunları küçümsediğim anlamı çıkmamalıdır. Ancak ben bir ekolojist anarşist olarak bu sorunların daha çok üretim, ya da dağıtım, bölüşüm meseleleri ile değil, daha ekolojist ve komünalist bir kavrayış ve toplumsal tercihler ile aşılabileceği kanısındayım.

*Bu yazının oluşmasında değerli yoldaşım Elfun Karataş’a çok şey borçlu olduğumu, onun güçlü destek ve yardımlarının ufkumun daha genişlemesine yardımları dokunduğu bir gerçektir.

Referans Dipnot kaynakçası

1- Mary Mellor, Sınırları Yıkmak, Feminist, Yeşil Bir Sosyalizme Doğru, çev:Osman Akınhay, İstanbul 1993, Ayrıntı Yayınları s.258

2- John Zerzan, Günlük Yaşamda Marks, çev: Cemal Atilla

3- Karl Marks, 1844 Elyazmalarından aktaran Dominique Méda , Emek, Kaybolma yolunda bir değer mi?, Çev:Işık Ergüden, İstanbul 2004, İletişim Yayınları S:101-102                                      

4- Herbert Marcuse, Eros ve Uygarlık’tan aktaran Marshall Berman, Katı Olan Herşey Buharlaşıyor çev: Ümit Altuğ ve Bülent Peker İstanbul 1994, İletişim Yayınları s: 160 

5- age s:162

6- Joel Kovel, Doğanın Düşmanı Kapitalizmin Sonu mu, Dünyanın Sonu mu?, Çev: Gürol Koca, İstanbul 2005, Metis Yayınları s:271

7- Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, çev: Bahadır Sina Şener, İstanbul 1994, İletişim Yayınları s:191-192

8- Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, Hiyerarşinin Ortaya Çıkışı ve Çözülüşü, çev:Alev Türker, İstanbul 1994, Ayrıntı Yayınları s:44

9- Kevin Tucker, Üretmek ya da Üretmemek, Üretimin Yeniden Üretimi, Sınıf, Modernlik ve Kimlik, çev. Elfun, Yabanıl sayı 2

10- agm (adı geçen makale)

11- (yazarı yok) Biyomerkezcilik & Kontinuum, (Ve Ekosavunma’nın Arkasındaki Felsefe), çev. Elfun, Yabanıl sayı 1

12- Charlene Spretnak’tan aktaran Mary Mellor, age s:102

Paylaş.

Yazar Hakkında

Bir Yorum Bırakın